islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,2020
EURO
37,1152
ALTIN
2.981,85
BIST
9.002,34
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Hafif Yağmurlu
16°C
İstanbul
16°C
Hafif Yağmurlu
Cumartesi Az Bulutlu
18°C
Pazar Çok Bulutlu
18°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
20°C
Salı Hafif Yağmurlu
20°C

ANNA MASALA: “MEVLÂNA,YUNUS VE HACI BEKTAŞ MANEVÎ HOCALARIMDIR!”

ANNA MASALA: “MEVLÂNA,YUNUS VE HACI BEKTAŞ MANEVÎ HOCALARIMDIR!”
16 Haziran 2024 09:00
A+
A-

“Mevlâna Celaledin-i Rumî, Yunus Emre, Hacı Bektaş Velî  kırk yıldan beri benim manevi hocalarımdır. Ama belki de ben bilmeden önce, dünyaya geldiğim günden beri bana eşlik ettiler. Bir tasavvuf adamının da dediği gibi alnımın yazısı, kaderim bu. Mevlâna’yı yeni dünya görüşümü, insanlık ruhumu, Yunus Emre’yi tevazuumu, tasavvuf şiirine sevgimi (Taptuk’un tapusunda,kul olduk kapusunda/ Yunus miskin çiğ idik, piştik elhamdülillah), Hacı Bektaş’a da  Anadolu insanına sevgimi borçluyum. Fakat manevi dünyamda başka evliyalar, başka hocalar, başka şairler de yaşar. Türkiye’den uzak olduğum zaman, gurbet ellerine düştüğüm zaman hiç yalnız değilim; hatta Hacı Bayram Veli’nin, Eşrefoğlu Rumî’nin, Hasan Dede’nin, Abdal Musa’nı ve hepsinden önce de Ahmet Yesevî’nin, İstanbul’un bütün evliyalarının ve Anadolu’daki dedelerin aydınlık yüzlerini görüyor kalbimde hissediyorum. İstanbul’da, İstiklal Caddesi’nde yürüdüğüm zaman, Tünel’e varmadan önce eski Mevlevihane olan Divan Edebiyatı Müzesi’nin önünde durup orada yatan Galip Dede’ye selamımı gönderirim. Hepsinin adını sayamasam da şu anda, İstanbul evliyalarını çok iyi bilirim. Ben de bir çok defa Eyüp Sultan’a gittim, genç arkadaşlarımı Telli Baba’ya adak dilemeye götürürüm. Hiçbir zaman derviş olmadım ama, tasavvufun güzelliğini, ruhunu anlayabiliyorum. Herkesin de bildiği gibi Mevlâna ve Şemseddini Tebrizî’ye özel bir tutkum vardır. Ama Mevlâna bir derya, onu kim tamamen anlayabilmiştir ki? Bu nedenle onu sevmek ve memleketimde de bu sevgiyi yaymaya çalışmakla yetinirim. O bana da , “Gel, ne isen öyle gel” buyurdular. Onun her zaman sevenlerinin kalbinde yaşadığını bilsem de ben, bin kere türbesine gittim.  Bir gün yaşlı bir Mevlevî bana: “Gönlümüz televizyon gibidir; sen kalbini açarsın ve Konya kanalını bulursun” demişti. O günden sonra yıllar geçti ve benim gönlümün televizyonu her zaman açık. Hacı Bayram Veli, “N’oldu bu gönlüm, n’oldu bu gönlüm” der. Benim gönlüm küçük bir tekke: “Tapduk’un tapusunda, kul olduk kapusunda,/Yunus miskin çiğ idik, piştik elhamdülillah”

Anna Masala, İtalyan Asıllı bir Türk dostu. Üniversiteyi bitirince seçtiği çalışma alanı onu, sevmediği Türklerle yüz yüze getirmiş ve sonra ona aşık yapmıştır. Bunu kendisi şöyle anlatır:

“Türk dilinin sesini ilk defa Roma Üniversitesi Şarkiyat Enstitüsünde 10 Ocak 1954 tarihinde duydum. Arapça hocam Prof. Françesco Gabrieli, büyük Türkolog Prof. Ettore Rossi ile Farsça okumamı söylemişlerdi. O yıl Prof. Rossi’nin Türkçe dili için öğrencisi yoktu. ”Mezuniyetten sonra ne iş yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu. İslâm tarihi üzerine çalışmak istiyorum” dedim. Bunun üzerine, “Pekiyi ama unutmayın ki Akdeniz’de İslâm tarihi yüzyıllar Türkçe konuştu” dedi. O zaman 19 yaşındaydım ve Türk tarihini sadece lisedeki tarih kitaplarından biliyordum: Bizans’ın fethi, Otranto, Barbaros Hayreddin, İnebahtı Savaşı, Viyana Kuşatması ve Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüşü. Türkleri tanımıyordum ve sevmiyordum. Prof. Rossi’ye şöyle cevap verdim: “Türk tarihinin bu kadar önemli olduğunu sanmıyorum. Ayrıca, Türkçe okumak da istemiyorum.”. “Pekiyi” dedi, Prof. Rossi, “Ne olursa olsun, siz bu günden itibaren Türkçe okuyacaksınız!” Böylece derslere başladım. “Ev, evler,  evlerim, evlerde…” “Göktürkler, Uygurlar, Karahanlılar, Selçuklular, Devlet-i Ali Osmaniye, Türkiye Cumhuriyeti…”

Tarihinizi ve çok güzel dilinizi önce sevgisiz, ilgisiz, sonra saygıyla, en sonunda büyük sevgiyle okurken seneler geldi geçti.” (1)

Anna Masala, 1954’te başlayan ilk kıvılcım ve ilk aşkla tam elli yıl Türkiye’nin ve Türk’ün bir parçası haline geldi. Önce dilimizi, sonra kültürümüzü öğrendi. Sonra medeniyetimizin engin coğrafyasıyla kucaklaşıp ilgisini aşka dönüştürdü. Bunu da “Türkiye’ye Aşk Mektuplarım” adıyla kitaplaştırarak sevgisini bize emanet etti. Bu emanetinin kısacık Önsöz’ünde bakınız ne diyor:

“Türklere bağlı hayatım gözlerimin önünde… Arkadaşlarımın ve tanıdığım kişilerin yüzleri, ifadeleri bir film şeridi gibi geçiyor. Kokular ve renkler anılarımı canlandırıyor, şarkılar, Türk’üler her şeyi seslendiriyor. Hayatımın en büyük gerçek aşkı olan Türkiye’ye  Aşk Mektuplarımı böyle yazıyorum. Türkiye de bana her gün sevgisini gönderiyor. Bu şekilde, uzak gurbet ellerinde, bir gazel, bir ney sesi, Yunus’un bir dörtlüğü, bir dostun mektubu, bir limon çiçeği kokusu beni her gün Türk dünyasında yaşatmaya devam ediyor.

Türk dünyasına yaklaşmaya başladığımda on dokuz yaşındaydım. Az kelime biliyordum: “Günaydın, teşekkür ederim, hoş geldiniz…” Türk tarihini, dilbilgisini, edebiyatını çalıştıkça Türkiye’yi sevmeye başladım. Yıllar boyunca  Türklerin dostu olmak istedim, bunun için çok çalıştım. Bugün bu şeref bana yetmiyor: “Manevi Türk’üm” diyebilmek isterim, hatta Atatürk’ün sözleriyle, “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” diyebilmek isterim.” (2)

Anna Masala, Türkolog olmaya karar verdikten 10 yıl sonra 1964’te ülkemize gelir. Kıbrıs’ta bir pilotumuz şehit düşmüştür. Onun cenaze merasimi vardır. Her taraf Türk bayraklarıyla donanmıştır. Anna Masala, böyle bir ortamda ülkemize ayak atar. Ama heyecanlanır. Onu daha da heyecanlandıran bir olayı da, bir çiçekçi de yaşar:

“Bir gün Süleymaniye  Kütüphanesi’nin Müdürü Nimet Bayraktar’ı ziyarete giderken, kendisine çiçek götürmek istediğim için, Bayezid Meydanındaki bir çiçekçide durdu: “Ağabey, bir hanıma ne çiçek götürebilirim?” dedim. Birlikte büyük bir glayöl buketi seçtik. Sonra, “Borcum ne?” diye sordum. On iki lira verip uzaklaştıktan  birkaç adım sonra, “Bayan, bayan!” diye çiçekçi arkamdan yetişince, babam, “Ne istiyor senden bu adam, parasını vermedin mi?” diye sorarken çiçekçinin ciddi suratını görüp bir şekilde darılttığımı düşünüp: “Neden bağırıyorsunuz bana, ne yaptım? Dedik. Çiçekçi: “Bayan, sen bir başka bayana çiçek hediye ediyorsun ama sana kim çiçek hediye edecek? İyi ki ben varım!” deyip satın aldığımın aynısı bir buketi hazırlayıp gülümseyerek bana uzattı ve “İşte, hesap şimdi tamam oldu.” dedi. Ben, mutlu, oradan uzaklaştım. Bu olayı da hiçbir zaman unutamadım.

Nasıl unutsun? İtalyanlığını koruyarak Türkleşmiş bir hanım, sadece bununla mı tutulmuş bize? Bakın daha neler görüp geçirmiş aramızda:

“Siz Türklere kompliman olmasın ama, çocuklarınızın hepsi güzeldir. Sadece güzel değil, terbiyeli ve usludurlar. Gözlerinde ırkının güzelliği ve gururu parlar. Gençken Türk çocukları beni sokakta; “Abla” diye çağırırdı, sonra “teyze” oldum, Yalnız birkaç sene önceleri bir delikanlı bana “nine” deyince çok kırıldım.

Çok Türk çocuğu tanıyorum ve onlarla ilgili çok anım var: Bir gün Ankara’da Yenişehir sokaklarında oynayan bir çocuk grubu gördüm.  Sırada ekseri kamyon geçti, çocuklar oyunu bırakıp dikkate geçip asker selamı verince askerler de büyük bir ciddiyetle onlara cevap verdi. Yanımda bulunan babam: “Türk milleti budur, işte bu sebeple Türkiye’nin ebedi olduğuna inanıyorum”, dedi.

Bir  başka gün İstanbul’da İstiklâl Caddesi’nde, vitrinde renk renk karamela kavanozları olan bir pastahanenin önünde bir grup çocuk, burunlarını camlara dayalı içeriye bakıyordu. Bir yandan tartışan çocuklardan bir tanesi; “Zengin olunca bütün nane şekerlerini satın alacağım”, dedi. Yanındaki kız çocuk da;  “Ben de büyüyünce bütün limon şekerlerini satın alacağım”, diye çıkıştı. Zengin olmadıkları elbiselerinden belliydi. Babam: “Anna, çocuklara sana küçükken yaptığımı yap! Hatırlıyor musun, Roma’da bir pastahanede sana 5 kilo karamela almıştım; şimdi bu çocuklara da sen şeker al!” Büyükçe olanına yanaştım, 6-7 yaşlarında bir çocuktu. Daha ben konuşmadan önce o çocuk: Ne istiyorsunuz, bir ihtiyacınız mı var?” deyince, şekerden filan bahsetmeye cesaretim kalmadı. Bu küçük ve  ciddi adamın önünde âdeta kekeleyerek; “Yok teşekkür ederim, sadece yolu karşıya geçecektim de…” deyiverdim. Küçük adam: “Ah, dur çok trafik var, seni ben geçireyim karşıya”, dedi.  Bugün o çocuk bıyıklı, yakışıklı bir beyefendi olmuştur, evlenmiş iki üç çocuk sahibi belki de…Ama benim ona hâla 5 kilo şeker borcum var

Uçurtma kullanmayı Türk çocuklarından öğrendim. Pazar sabahları kartal şeklinde uçurtmaların satıldığı Rumeli Hisarı’na gidiyordum. Orada bütün çocukların uçurtması vardı ve çok güzel yarışmalar düzenleniyordu. Ama Bursa’da Ulu cami’nin yanında gazete kağıdı ile de uçurtma yapmayı öğrendim.

Beylerbeyi’nde Münevver Ayaşlı hanımın evinde küçük olmasına rağmen Mevlevi olan bir çocuk vardı. Münevver Hatunu ziyarete gittiğim zamanlar bu çocuk elimi öpmeye gelir, tekrar oynamaya gitmeden önce de elini göğsüne götürüp “Destur” ederdi.

Başka dostların evlerinde de evin çocukları beni selamlamaya gelip, küçük serçeler gibi, “hoş geldin abla”, deyip tabağımdan bir parça börek veya tatlı alıp, uçun giderlerdi. Bazıları da divana oturup sessiz sessiz biz büyüklerin sohbetini saatlerce dinlerdi Ertesi gün öğretmene okulda: “Dün bizi eve İtalya’dan bir misafir geldi “, diye anlatacaklardı.

Şehirlerde ve köylerde okula giden veya okuldan eze gelen Türk çocuklarını görmek güzeldir. Anadolu’da bazen okul evden uzaktır ve çocuklar neşeli neşeli, küçük gruplar halinde yollar boyunca yorumlardan yürürler. Evden tertemiz, saçları iyi taranmış ve kışın genellikle yakası kürklü veya kadifeli paltolarla giyinmiş olarak yola çıkarlar; büyük ve kültürlü birer insan olmak için yoları uzundur. Evlerinden uzak oldukları için de ellerinde okul çantasından başka bir de yolluk çantaları vardır.

Türk çocuklarıyla ilgili daha birçok hikâyem var ama onları kalbime tutmaya devam edeceğim. Sadece bir şey daha ilave etmek isterim: Karma, Türk-yabancı evliliklerinden doğan birçok çocuk tanıdım. Bu çocuklar hep zaman Türk doğar. Babam haklıydı: “Türk milleti ebedîdir..” (3)

Anna Masala’nın kitabında Türk toplumunun sosyal karakterini yansıtan daha çok ilginç tespitler vardır. Onun çocuklarımızda gördüğü davranış bütünlüğü, bizim gelecekte nasıl bir kader çizgisini koruyacağımızın da işaretini vermektedir. Bu bakımdan, burada, Onun bizden insan manzaralarına ağırlık vermeyi uygun gördüm. Şimdi isterseniz, bir de aile sistemimizin çatısındaki o sıcak örtüye bakalım bir de:

“Her Türk evinde bir dede, bir nine, ikisi de, hatta bazen dördü de birlikte yaşarlar. Ama anneanne en önemlisidir. Bir Türk evine misafir gittiğiniz zaman, salonun bir köşesinde, bir koltuğa oturmuş bir nine veya dede görürsünüz. Saçları boyalı, makyajlı, modern nineler demiyorum, beyaz topuzlu, koyu renk elbiseli nineleri düşünüyorum. Bir Türk evine girince her şeyden önce ninenin elini öpmek gerekir. Bu onun hakkıdır ve o, bunu bilir. Türk ninelerinin çok anısı vardır, atasözü, bulmaca ve tekerlemenin âlâsını bilirler. İş işlemek için gözlükleri, yün şalları ve Isparta’dan gelme gül kokuları vardır Ninelerin anılarıyla bir tarih kitabı yazılabilir ama, anlattıklarının hanginin gerçek, hangisinin hayal ürünü olduğu pek anlaşılmaz.b Gençliğinde tanımış gibi Sultan Vahdettin’den bahseden nineler tanıdım, başkaları ise Atatürk’ün Samsun’a gidişini gördüklerini yeminle anlatırlar. Nineler evlerinde o kadar saygı görürler ki, ev sahibinin annesi mi, yoksa kayınvalidesi mi belli olmaz. Misafir benim gibi yabancıysa, Türk nine köfte yapmayı öğretmekten, muska hediye etmeye kadar her türlü e ve Türk geleneklerinden birşeyler gösterir, öğretir.

Ben, saatlerce onların Kurtuluş savaşı anılarını dinlerken hediye olarak tığ ile yapılmış dantel örtüler veya oyalı yemeniler hediye ediyordum.

Nineler çocukların ilk öğretmenleridir. Bütün Türk çocukları iki okula gider: Nineninki ve öğretmeninki…Ama nineninki, köy çocukları için olsu, büyükelçi çocukları için olsu birdir; Böylece bütün çocuklar aynı ninnilerle uyur:

“Dandini, dandini…”

Ya masallar? Ninelerin masalları prensesler, ejderhalar, kurnaz kunduracılar ve bilgin fillerle doludur…Nineler yalnız kalınca perilerle konuşurlar ve cinleri evin kapısının dışında bırakırlar.

Aile fertlerinden biri hasta olunca doktor çağrılır ama, ilk ilacı yine evin ninesi verir; bu şekilde, bal, limon, nane, ıhlamur veya sıcak bir çorba eczanenin ilaçlarından önce yetişirler.

Dedeler de kendilerine çok önem verirler ve çok anıları vardır: Çok yolculuk yapmışlardır. Bunları ve askerlik anılarını anlatırlarken subayların erlerin isimlerini de hatırlarlar.

Bana göre dünyanın bütün ülkelerinin Türk nine ve dedelerine ihtiyacı vardır.” (4)        Batı toplumunun çözülmüş ailesinde böyle bir “Nine profili” pek yoktur. Onların yaşlıları, genellikle bakım evlerinde, ölümü beklerler. Bizde ise,  aile piramidinin zirvesinde tecrübesi, olgunluğu, hoşgörüsü ve fedakârlığıyla yaşlılarımız vardır. Onların ruh eğitimimize katkılarından dolayıdır ki, bizim cemiyetimizin bütünlüğü ve iç disiplini zedelenmemiş ve aile aynı zamanda koruyucu bir niteliğiyle  Anna Masala’nın temennisinde dünyanın açlığının giderilmesi için ihtiyaç listesinde yer verilmiştir.

Anna Masala, elbette “Türkiye’ye Aşk mektupları”nda yalnızca bu manevi koruyucularımızı bunlardan ibaret olmadığının farkındadır. Evimizin çatısından, ülkemizin çatısına açılır ve bu defa daha büyüklerini ve daha etkililerini anlatır:

“Mevlâna Celaledin-i Rumî, Yunus Emre, Hacı Bektaş Velî  kırk yıldan beri benim manevi hocalarımdır. Ama belki de ben bilmeden önce, dünyaya geldiğim günden beri bana eşlik ettiler.Bir tasavvuf adamının da dediği gibi alnımın yazısı, kaderdim bu.

Mevlâna’yı yeni dünya görüşümü, insanlık ruhumu, Yunus Emre’yi tevazuumu, tasavvuf şiirine sevgimi (Taptuk’un tapusunda,kul olduk kapusunda/ Yunus miskin çiğ idik, piştik elhamdülillah), Hacı Bektaş’a da  Anadolu insanına sevgimi borçluyum.

Fakat manevi dünyamda başka evliyalar, başka hocalar, başka şairler de yaşar. Türkiye’den uzak olduğum zaman, gurbet ellerine düştüğüm zaman hiç yalnız değilim; hatta Hacı Bayram Veli’nin, Eşrefoğlu Rumî’nin, Hasan Dede’nin, Abdal Musa’nı ve hepsinden önce de Ahmet Yesevî’nin, İstanbul’un bütün evliyalarının ve Anadolu’daki dedelerin aydınlık yüzlerini görüyor kalbimde hissediyorum.

İstanbul’da, İstiklal Caddesi’nde yürüdüğüm zaman, Tünel’e varmadan önce eski Mevlevihane olan Divan Edebiyatı Müzesi’nin önünde durup orada yatan Galip Dede’ye selamımı gönderirim. Hepsinin adını sayamasam da şu anda, İstanbul evliyalarını çok iyi bilirim. Ben de bir çok defa Eyüp Sultan’a gittim, genç arkadaşlarımı Telli Baba’ya adak dilemeye götürürüm.

Hiçbir zaman derviş olmadım ama, tasavvufun güzelliğini, ruhunu anlayabiliyorum. Herkesin de bildiği gibi Mevlâna ve Şemseddini Tebrizî’ye özel bir tutkum vardır. Ama Mevlâna bir derya, onu kim tamamen anlayabilmiştir ki? Bu nedenle onu sevmek ve memleketimde de bu sevgiyi yaymaya çalışmakla yetinirim. O bana da , “Gel, ne isen öyle gel” buyurdular. Onun her zaman sevenlerinin kalbinde yaşadığını bilsem de ben, bin kere türbesine gittim.  Bir gün yaşlı bir Mevlevî bana: “Gönlümüz televizyon gibidir; sen kalbini açarsın ve Konya kanalını bulursun” demişti. O günden sonra yıllar geçti ve benim gönlümün televizyonu her zaman açık. Hacı Bayram Veli, “N’oldu bu gönlüm, n’oldu bu gönlüm” der. Benim gönlüm küçük bir tekke:

“Tapduk’un tapusunda, kul olduk kapusunda,/Yunus miskin çiğ idik, piştik elhamdülillah”  (5)

Anna Masala, Batılı bir entelektüel, ama sık sık “Türkiye dışında gurbette iken” ifadesini kullanır. Bu, kendisini bu toprakların bir parçası saymasındandır. Bu toprağın değerleriyle bütünleşmesindendir. Bunun içindir ki, sonu olanla sonsuz olan arasında, sıkışmamış, kendi ruhunun hürriyetine kavuşarak, gönül iklimine bizi vâreden değerleri yerleştirmiş. Kuşkuyla elini uzattığı ülkemize bu defa gönlünü vermiş. Aşkın platonik duvarlarını yıkarak, mutlak olana çığır açan ermişlerimizin ruhaniyeti içerisinde yeni bir ateşin etrafındaki raksa katılmış. O, hayatının en güzel günlerini burada geçirmiş. Buralı olmuş ama buraya yerleşmemiş. Bir keresinde, Eskişehir’de bir Tatar evinde Hıdırellez gecesi yemek yemiş. Tatarların adeti üzere bir kağıda sevdiğinin adını yazıp Porsuk çayına atmış. Kağıda sevdiğinin adı olarak “Türkiye”yi yazmış.  (6) Ülkesine dönerken de ruhunu buranın toprağına emanet etmiş.  İtalyanlar Onu tanımasa da, bizim insanımız Anna Masala’yı unutmayacaktır!…

MUHSİN İLYAS SUBAŞI

MİRATHABER.COM -YOUTUBE-

YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ 

 

______________________

1- Anna Masala; Türkiye’ye Aşk Mektupları, s.1. Kültür Bakanlığı Yayanı, İstanbul- 2002

2-age.s.IX.

3-age.s.35.

4-age.s.12.

5-age.s.107.

6-age.s.63.

 

 

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.