“Bir toplumda, eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar” a [1] gelenek adı verilmektedir. Dinî anlamda ise gelenek, dinin ortaya koyduğu ilke ve kuralların, tarihi süreç içinde beşer tarafından yapılan yorumlardan oluşan bir birikimidir. Elbette ki bu birikimde bizim için yararlı unsurlar ve öğretiler bulunduğu gibi, bulunmayan unsurlar ve öğretiler de mevcuttur. Dolayısıyla geleneği oluşturan yorumları yapanların da bizim gibi insan olduğunu, hata yapma ihtimallerinin bulunduğunu ve kendi zamanlarındaki sosyal, ekonomik ve kültürel ihtiyaçlara göre yorumlarda bulunduklarını unutmamak gerekiyor. Gelenekçilik ise “İnançları daha çok geçmişten süregeldikleri için benimseyen, saygın tutan, destekleyen yeni kültür öğelerine daha az değer veren tutum veya öğreti”[2] olarak tanımlanıyor. Bunun zıddı ise geleneksizliktir ve bir geleneğe sahip olmama durumunu ifade etmektedir. Dolayısıyla günümüzde Müslümanların, iki önemli sorunla karşı karşıya kaldıkları görülüyor. Bunlardan birincisi geleneğin, gelenekçiliğe dönüştürülerek mutlaklaştırılması, dolayısıyla yeni yorumlara karşı çıkılması ve toptan reddedilmesi; diğeri ise tespit edilecek kriterlere göre doğru ve yanlış ayırımına gidilmeden, geleneğin ret edilerek geleneksizliğe giden bir yola girilmiş olmasıdır. Zira geleneksizlik köksüzlüktür. Çünkü “Köksüzlük öksüzlüktür.”
Geleneğimiz, bizim öz kültürümüzdür ve onu inkâr etmemiz asla mümkün değildir. Çünkü o bize atalarımızdan intikal eden görüş, düşünce ve yorumlardır. Ancak doğru veya yanlış ayırımı yapmadan sırf gelenek diye geçmişi olduğu gibi koruma ve aktarma tavrı içinde olmak da doğru bir anlayış ve yaklaşım tarzı değildir. Dolayısıyla geleneğin doğrularını koruma ve aktarma; yanlışlarını da tashih etme, ya da terk etme tavrı içinde olmak, tercih edilmesi gereken bir yöntemdir. Bir başka ifade ile yapılması gereken şey, duygusal bir yaklaşımla geleneği olduğu gibi savunma, ya da ret etme tavrı içinde olmamaktır. Bu nedenle geleneği doğru ve yanlış ayırımı yapmadan olduğu gibi kabul etmek de; dinin geleneksel yorumlarında, bazı yanlışlıklar ve eksiklikler var diye, geleneksel yorumların tümünü dışlamak da yanlış bir yaklaşımdır ve kategorik mantığın bir sonucudur. Bu mantıkla hem geleneği, hem de Kur’an’ı doğru anlamak ve yapılan yorumları değerlendirmek mümkün değildir.
Doğruluğun kriteri nedir? Sorusuna verilecek cevap, bu konuda ortak bir kanaatin oluşmadığı yönünde olacaktır. Zira kimilerine göre doğruluğun kriteri, zaman; kimilerine göre mekan ve kimilerine göre de şahıslardır. Oysa bunlardan hiçbiri doğruluğun kriterleri olamaz, zira doğruluğun kriterleri ilkeler ve kurallardır. Bu nedenle her hangi bir zaman ve mekanda üretilen düşünce doğru veya yanlış olabileceği gibi, her hangi bir şahsın ürettiği görüş ve düşünce de doğru veya yanlış olabilir. Dolayısıyla şahısları ve görüşleri mutlak doğru kabul etmek, yanlışların en büyüğüdür. Mesela asr-ı saadete yaşanmış her olay ve her düşünce, sırf asr-ı saadete yaşandığı ve söylendiği için mutlak doğru olmadığı gibi; bugün de Doğu’da veya Batı’da söylenen her söz ve üretilen her düşünce de mutlak doğru değildir. Zira asr-ı saadette üretilen doğru fikirler ve düşünceler olduğu gibi, yanlış düşünceler ve fikirler de olmuştur. Bugün de olmaktadır. Sadece oranlarında farklılıklar söz konusudur.
Önemli olan doğru olan düşüncelerle, yanlış olan düşünceleri birbirinden ayırt etmektir. Bunun için de nakledilen fikir ve düşüncelerin sorgulanması gerekmektedir. Dolayısıyla geçmişte söylenen ve yaşananları “atalarımızdan böyle gördük” anlayışı ile sorgulamamak ve söylenenleri olduğu gibi kabul etmek, doğruyu bulmamıza engel teşkil etmektedir. Nitekim Kur’an, dikkat çekici bir üslupla bu anlayışı şöyle tenkit etmektedir:
“Bu insanlara ‘Gelin Allah’ın indirdiği kitaba ve Peygamber’e uyun’ denildiği zaman, ‘Atalarımızdan gördüklerimiz bize yeter, biz onlara uyarız’ derler. Peki, ya ataları bir şey bilmiyorlarsa ve doğru yolu bulamamışlar iseler?!”[3]
“İnanmayan o inanlar, kötü ve çirkin bir iş yaptıkları zaman, “Biz atalarımızdan böyle gördük, zaten Allah da bize böyle emretmiştir’ derler. Resulüm! Sen onlara de ki: ‘Allah çirkin şeyleri emretmez. Bilmediğiniz, aslı esası olmayan şeyleri Allah’a mı isnat ediyorsunuz?” [4]
“ Onlar Musa’ya şöyle cevap verdiler: Sen bizi atalarımızın bize miras bıraktığı dinden döndürmek ve bu ülkede liderliğin ikinize (sen ve kardeşin Harun’a) kalmasını temin etmek için mi geldin? Biz ikinize de asla uyacak değiliz.”[5]
“ Bir zamanlar İbrahim babasına ve kavmine ‘Bu taptığınız heykeller de neyin nesi?’ diye sormuştu. Dediler ki: Biz atalarımızdan böyle gördük. Onlar da bunlara tapıyorlardı.”[6]
“Onlara ‘Allah’ın indirdiği Kitaba uyun’ denilince ‘Hayır biz atalarımızdan ne gördüysek ona uyarız’ derler. Peki! Ya şeytan, atalarını aldatıp alev alev yanan cehennemin azabına çağırmışsa?!”[7]
“Hayır! Ne bilgileri var ne de kitapları. Bildikleri tek şey, ‘Biz atalarımızı bir din üzerine bulduk ve ancak onların izinden giderek yolumuzu bulabiliriz’ sözüdür.”[8
“Küfürde direnenlere ‘Haydi Allah’ın indirdiği Kur’an’a uyun’ denildiğinde , ‘Hayır biz atalarımızdan ne gördüysek ona uyarız’ derler. Peki, ataları hiçbir şeye aklı ermeyen ve doğru yolu bulamayan kimseler idiyseler, yine de onlara mı uyacaklar.”[9]
“İnkârcılara iman etmeleri için …“Allah’ın indirdiğine uyun” denildiğinde –sanki kendilerine bu bilgiler hiç verilmemiş, bu uyarılar hiç yapılmamış gibi– hâlâ “Biz atalarımızdan gördüğümüze uyarız, onların yolundan gideriz” dediler. Kur’an, tam bir taklitçilik, bilinçsizlik ve körlük örneği olan bu cevap karşısında, “Ya atalarının aklı bir şeye ermemiş (lâ ya‘kılûne şey’en), doğru yolu bulamamışlarsa! (lâ yehtedûn)” buyurarak bilgide ve yaşayışta doğruya ulaşmanın iki temel aracını göstermektedir. Bunlardan biri akıl diğeri de hidayettir. Aklı kullanmak kuldan, hidayet vermek Allah’tandır. Bu sebeple kul, aklını kullanıp her konuda doğruya ulaşabilmek için kendisi bakımından mümkün olan bütün sebeplere başvurmanın yanında, Allah’ın “müsebbibü’l-esbâb” (sebeplerin yaratıcısı) olduğunu da asla unutmamalı ve başarıyı daima O’ndan beklemelidir.
Kötü niyetli insan ne aklını doğru kullanıp aklın buyruğuna uyabilir ne de hidayete lâyık olabilir. Esasen âyette anılan inkârcıların taklitçiliğe saplanarak akıl ve hidayet yolundan mahrum kalmalarının temel sebebi de Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in uyarılarından rahatsız olmaları ve bu kurtarıcı çağrıya kötü niyetle yaklaşmalarıdır. Bu tutum sadece o dönem taklitçilerine özgü de değildir. Basiretsizlik, bilinçsizlik, kötü niyet, çıkarcılık gibi çeşitli psikolojik zaaflar, kompleksler yüzünden ruhları kötürümleşmiş, şeytanın kışkırtmalarına açık ve dirençsiz hale gelmiş insanlar her devirde “atalarımızın yolu” dedikleri yanlışlara taassupla bağlanarak akıllarını sağlıklı ve gerektiği gibi kullanma, hidayetten nasiplenme imkânlarını kendi elleriyle ortadan kaldırmakta; Allah’ın, kitabı ve peygamberi aracılığıyla bildirdiği hakikatlere karşı direnmek suretiyle dalâlette kalmayı sürdürmektedirler.”[10] Hiç şüphesiz böyle bir anlayışın temelinde dinî ilkelerin yer almadığı bilinmekte; buna karşılık geçmişteki uygulamalara dayanan toplumsal pratiklerin bulunduğu, dolayısıyla meşruiyetini mutlaklaştırmaktan, kutsallığını da “atalarımızdan böyle gördük” anlayışından aldığı görülmektedir.
Böyle bir açmazdan kurtulmanın tek yolu ise Kur’an’ın rehberliğine müracaat etmektir. Zira onun cahiliye kültürüne karşı uyguladığı yöntem, günümüzde de bizim için bir rehberdir. Kur’an’ın cahiliye dönemi ve daha öncesindeki kültürleri, toptan ret veya toptan kabul etme gibi bir tavır içinde olmadığı; bilakis doğruları kabul, yanlışları ise ret ettiği veya tashih ettiği bilinmektedir. Bir başka ifade ile Kur’an’ın cahiliye kültürünü ya iptal, ya ipka, ya da ikmal ettiği görülmektedir. Bu ilke ve kuralları, hem Kur’an’da, hem de Hz. Peygamber’in İsrâiliyat konusundaki tavrında bulmak mümkündür. Bu nedenle Kur’an’ın yaptığı bu eleştirilerden, geçmişte üretilen fikir ve düşüncelerin, yapılan yorumların da sorgulanarak analiz edilmesi ve “atalarımızdan böyle gördük” diyen bir anlayış içinde olunmaması gerektiğini anlıyoruz. Zira bu mesajın ilk muhatabı her ne kadar Mekkeli müşrikler olsa da, söz konusu bu eleştirilerin bize bakan ve bizi ilgilendiren bir yönü de bulunmaktadır. Bu da Mekkeli müşriklerin yaptığı gibi yapmamak, duyduklarımızı ve okuduklarımızı hemen kabul veya ret etmemek, bunları sorgulayıp araştırdıktan sonra kabul veya ret etmektir. Zira Kur’an bizden bilmediğimiz bir şeyin peşine düşmememizi,[11] her duyduğumuz şeye hemen inanmamamızı ve onu araştırmamızı,[12] bunun için de bir bilene sormamızı[13], dolayısıyla zan ile hareket etmememizi[14] istemektedir.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] TDK, Türkçe Sözlük, Ankara 2005,s.741.
[2].TDK, Türkçe Sözlük, s.741.
[3] Mâide, 5/104.
[4] A’raf,7/24.
[5] Yunus, 10/78.
[6] Enbiya,21/52-53; Benzer ayet, Şuara 26/74 .
[7] Lokman,31/21.
[8] Zuhruf, 43/22-23
[9] Bakara,2/170
[10] Hayrettin Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu , Ankara 2003,1/163.
[11] İsra,17/36.
[12] Hucurat,49/6.
[13] Nahl, 16/43
[14] Hucurat,49/12.
Kuran sorgulayın, doğrusunu bulunca kabul edin diyorsa yargılayın anlayışı sakattır muhterem hocam.