Makale

ÂYET BÜKÜCÜLER

Âyet Bükücüler” tanımlaması çalışmamızın başında da işâret ettiğimiz gibi ilâhî vahyi, aslî ezelî amaç ve hikmetinden saptırarak, onu lâfız ve mânâ yönünden tahrif edenler için kullanılan bir ifâdedir. Çok ilginçtir bu “tahrif” kelimesi Kur’ân’da dört yerde geçer ve bu yerlerin hepsinde tahrifin faili/öznesi Yahudilerdir. Buradan da anlaşılıyor ki; ilâhî âyetleri/kutsal metinleri tahrif edip bükme eyleminin ilk sırasında Yahudi din bilginleri yer almaktadırlar. Ama şunu bir kez daha hatırlatalım ki; burada kullandığımız Yahudi kelimesi, etnik kimlik anlamında değil; tevhidden sapmayı gösteren bir yönelişe/eğilime işâret eden bir sosyolojik tanımlamadır.

Bu konuda ilk âyetimiz Nisâ/46. âyettir: “Yahudi itikadına mensup olanların bir kısmı, [vahyedilmiş] sözlerin anlamını çarpıtırlar; sözleri asıl bağlamından kopararak, [şimdi yaptıkları gibi] ‘İşittik ama karşı çıkıyoruz!’ ve ‘Dinleyin ama kulak asmayın!’ ve ‘Asıl sen biz[im sözümüz]e kulak ver [ey Muhammed]!’ derler; böylece dilleriyle oyun oynarlar ve [sahih] itikadın yanlış olduğunu îma etmeye çalışırlar. [Halbuki] onlar, sadece ‘İşittik ve itaat ediyoruz!’ ve ‘[Bizi] dinle, bize katlan!’ deselerdi, bu onların gerçekten yararına ve daha dürüstçe bir davranış olurdu: ama hakikati reddettikleri için Allah onları lânetledi; zira onların inandıkları, basit birkaç şeyden ibarettir.[1]

Âyetin içeriğini sırayla takip ettiğimizde Kur’ân’ın âyetleri tahrif etme noktasında sözünü ettiği kişilerin, İsrailoğulları’nın tümünü değil; tevhidden/hakîkatten ayrılan yani “Yahudileşen” bir grubu temsil ettiğini anlıyoruz. İşte onların âyetleri nasıl büktükleri, sözleri asıl bağlamlarından kopararak anlamlarını nasıl çarpıttıkları Hz. Peygamber’e ve O’nun şahsında Müslümanlara örnek verilerek anlatılmaktadır. İlk örnekten anlaşılıyor ki; Yahudileşen bu topluluğun âyetleri bükmesi kendilerine hatırlatılan tevhidî hakîkate karşı alaycı, küçümseyici ve saldırgan bir tutum içinde olmalarından kaynaklanmaktadır. Onlar çevrelerine “işittik ve karşı çıkıyoruz”, “dinle, dinlemez olası” ve “Asıl sen bizim sözümüz]e kulak ver”derken Hz. Peygamber’e olan nefret ve düşmanlıklarını üstü kapalı bir şekilde ifâdeye koymaktadırlar. Yani bir anlamda sözleri dıştan iyi bir niyetle söylenmiş gibi gözükse de aslında içlerinden kötü niyetlerini, ihanetlerini, inat ve muhalefetlerini sürdürüyorlardı.

Bunun yanında onlar dillerini bükerek ve Hz. Peygamber’e “raîna” diye seslenmektedirler. Râina kelimesi aslında “bize bak, bizi gözet” anlamında olumlu anlam taşıyan bir kelimedir. Ama Yahudileşenler bu kelimeyi “raîna” şeklinde telâffuz ederek “bizim çobanımız” şeklinde hakaret içeren bir anlama dönüştürmüşlerdi. Onların bu davranışlarını onaylamayan Kur’ân, onları kınamakta ve böyle konuşmak yerine “işittik itaat ediyoruz” veyâ “bizi gözet ve bize zaman ver” şeklinde karşılık verselerdi, kendileri için bu tavrın daha hayırlı ve doğru bir yaklaşım olacağını söylemektedir. İşte bu nedenle ihmal yüzünden değil, inkâr ve inatlarından dolayı hakîkate karşı çıktıklarından Allah onların bu zihniyetini/mantığını lanetlemiş yâni bir anlamda onlar kendi yaptıkları yüzünden Allah’ın rahmetinden uzağa düşmüşlerdir. Âyetin sonunda yer alan “Artık pek az inanırlar” ifadesi ise olumsuzluk ifade etmek için kullanılmıştır ve “Artık inanmazlar” demektir.

Tahrif konusunda vereceğimiz ikinci âyet Mâide/41. âyettir: “Ey peygamber! Hakikati inkârda birbirleriyle yarışanlardan dolayı üzülme: şu, ağızlarıyla ‘Biz inanıyoruz!’ diyen, halbuki kalben inanmayanlardan ve her türlü yalanı can kulağıyla dinleyen ve [aydınlanmak için] sana gelmek yerine başka insânlara kulak veren Yahudilerden. Onlar, [vahyedilen] sözleri asıl bağlamlarından kopararak anlamlarını çarpıtırlar ve ‘Eğer size şöyle şöyle [bir öğreti] verilirse onu kabul edin; ama verilmezse uzak durun!’ derler. [Onlara bakıp üzülme,] çünkü Allah, bir kişinin kötülüğe meyletmesini dilemişse Allah’ın onun hakkındaki irâdesine hiçbir şekilde mâni olamazsın. İşte onlar kalplerini Allah’ın temizlemek istemedikleridir. Onları bu dünyada zillet, öteki dünyada da korkunç bir azap bekler.[2]

Görüldüğü gibi âyet direkt olarak Hz. Peygamber’e seslenmekte; küfürde yâni hakîkati inkâr etmede birbiriyle yarışan bu insânların sözlerine üzülmemesi noktasında onu teskin etmekte, moral vermekte ve destek olmaktadır. Âyetin devâmında bu üzüntüye sebebiyet verenlerin bir kısmının dilleriyle iman ettik demelerine rağmen kalpleriyle inkârı yaşayan münafıklar ve diğer kısmının da Yahudiler olduğu anlaşılmaktadır. Müfessirler âyetin iniş nedeninin Hz. Peygamber’e çözmesi için getirilen bir dava olduğunu söylerler. Rivâyetlere göre bu dava, Tevrat’a göre recm gerektiren bir zina davası ya da kısas gerektiren bir cinayet davasıdır. Medineli Yahudilerin kelimeleri tahrif eden din adamları, suçun cezasını hafifletebileceğini umarak davanın Hz. Peygamber’e götürülmesini ve çıkacak kararın, toplumun önde gelenleri için söz konusu olan uygulamalara uygun olduğu takdirde kabul edilmesini öğütlerler. Sonuçta Hz. Peygamber, suçun Tevrat’taki cezasını soruşturup Yahudi bilginlerine teyit ettirdikten sonra, suça karşılık Tevrat’ta öngörülen cezayı vermiş, bu durumda Yahudiler kararı infaz etmek zorunda kalmışlardır.

Bu olaydan anlaşıldığına göre kutsal kitaptaki hükümlerin tahrifi konusunda Yahudi din adamlarının buradaki hatası; kitapta sabit olan cezanın uygulanmasında kanun önündeki eşitliği gözetmemeleri ve suçlunun sosyal statüsüne göre Tevrat’taki cezayı hafifleterek değiştirebilmeleridir. Yahudilerin kelâmı tahrif etmeleri, o dönem ellerinde yazılı olarak bulunan Tevrat’taki hadleri, uygularken yerine başkasını koyarak değiştirip bozmaları; sözü anlayıp bildikten sonra tevilini değiştirmeleri, kelimeleri yerlerine yerleştirdikten sonra yani farzı, helâli, haramı belirledikten sonra bunları bozmaları; kelimeleri delaletinden ve bağlamlarından saptırarak çarpıtmaları anlamlarındadır.

Sözünü ettiğimiz âyete farklı bir yaklışım da şöyledir: Bu âyet, zahiren Hz. Peygamber’e seslendiği halde Kur’ân’ın bütün izleyicilerini ilgilendirmektedir ve bu nedenle bütün zamanlar için geçerlidir. Aynı kapsam genişliği, bu âyetin bahsettiği insânlar için de sözkonusudur: o, sadece münafıkları ve Yahudileri zikrettiği halde, aslında; dolaylı olarak İslâm’a karşı önyargılı olan ve onun öğretileri hakkındaki yalan beyanlara isteyerek kulak veren, aydınlanmak için Kur’ân’a dönmek yerine İslâm’a karşı düşmanca duygular besleyen gayrimüslim “uzmanlar”ı dinlemeyi tercih eden herkese işâret eder.

Âyetin son kısmında yer alan “Allah’ın bir kişinin kötülüğe meyletmesini dilemesi” ifâdesi, sanki “Allah insânı kötülüğe sevketmek istiyor” şeklinde yanlış bir algıya neden olmamalıdır. Şu iyi bilinmelidir ki; Allah hiçbir zaman kullarının kötülüğünü istemez ve onlara zulmetmez. Bunun anlamı, küfürde ısrar etmeleri sebebiyle Allah’ın onları küfür ve dalâlet içerisinde bırakmayı murat etmiş olmasıdır. Yine onlar kendilerini arındırmak istemedikleri için Allah da imanı nasip edip kalplerini arındırmak istememiştir. Eğer onlar kendilerini arındırmak isteseler ve bu yolda gayret gösterselerdi Allah onları bu nimetten mahrum etmezdi. Fakat onlar küfrü tercih ettiler, Allah da dünyada onları zillete düşürdü, âhirette de büyük bir cezaya çarptırılacaklarını bildirdi.

Tahrif konusunda üçüncü âyet Bakara/75. âyetidir: “Şimdi, onların tebliğ ettiğiniz şeye inanacaklarını bekliyor musunuz? Aksine, birçoğu Allah’ın kelâmını dinler ama onu anladıktan sonra bile bile çarpıtırlar.[3] Âyetten anlaşıldığı gibi burada Müslümanlara hitap edilmektedir. İslâm’ın ilk döneminde özellikle o zamanlar çok sayıda Yahudinin yaşadığı Medine’ye hicretten sonra Müslümanlar; Yahudilerin, tevhidî inançlarından dolayı Kur’ân mesajına ilk koşacaklar arasında bulunacaklarını bekliyorlardı. Bu, hayal kırıklığı ile sonuçlanan bir beklenti oldu. Çünkü Yahudiler, kendi dinlerini sadece İsrailoğulları’na adanmış bir çeşit ulusal miras olarak kabul ediyorlar ve yeni bir vahyin gereğine –veya olabilirliğine– inanmıyorlardı.

Başka bir ifâde ile bu âyette, Hz. Peygamber’in dönemindeki Yahudilerin İslâm ve Müslümanlar karşısındaki tutumları anlatılmaktadır. Özellikle Medineli Müslümanlar, uzun zaman Yahudilerle iç içe yaşadıkları için onların dinleri ve kutsal kitapları hakkında geniş bilgi sahibi olmuşlardı. Buna göre Yahudiler, inançları ve şeriatları İslâm’a hayli yakın olan bir ümmetti; Allah’ın birliği, peygamberlik ve âhiret günü gibi iman esaslarına inanıyorlardı; yeni bir peygamberin geleceğinden de söz ediyorlardı. Kur’an temel dinî konularda Tevrat’la çelişmek şöyle dursun, –çeşitli âyetlerdeki kendi ifadesiyle– “onların elindeki kutsal kitabı tasdik edici olarak” gelmişti.[4] Bu durumda onlardan, Hz. Peygamber’in nübüvvetini kabul etmeleri beklenirdi ve Müslümanların böyle bir beklenti içinde olmaları normaldi. Ancak Yahudiler, dinî olmaktan ziyade dünyevî ve siyasî sebeplerle bu beklentileri boşa çıkardılar. Esasen daha önceki âyetlerde eski Yahudilerin, dinleri ve peygamberleri karşısındaki olumsuz tutumlarına ilişkin bilgiler de gösteriyor ki onlar; ilâhî gerçeklere ve bu gerçekler ışığında hidayete ulaşma düşüncesinden çok ırkçı bir gurur anlayışına ve dünyevî menfaatlere önem verecek, dini de bu ırkçılık ve çıkarcılığın aracı olarak kullanacak kadar yozlaşmış bir toplum haline gelmişlerdi.

Tefsirlerde Yahudilerin bilhassa, Tevrat’ta Hz. Peygamber’in risaleti ile ilgili haberlere ve bazı hukukî hükümlere ilişkin âyetleri tahrif ettikleri belirtilmektedir. Bu suretle kendi kutsal kitaplarını bile tahrif edecek kadar yoldan çıkmış olan Yahudilerin, dinlerini terk ederek İslâm Peygamberi’ni tanımalarını ve onun getirdiklerine inanmalarını beklemek aşırı iyimserlik olurdu. Yine âyette dolaylı olarak Allah’ın kelâmını asıl maksadının dışına çıkarılacak şekilde yanlış yorumlayıp tahrif etmenin büyük bir suç olduğuna işâret eden genel bir uyarı anlamı da vardır.

Son örnek olarak tahrif kelimesinin geçtiği âyet Mâide/13. âyetidir: “Daha sonra, kesin taahhütlerinden caydıkları için onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık; [öyle ki, şimdi] onlar, [vahyedilmiş] sözleri, asıl bağlamlarından kopararak çarpıtıyorlar; ve onlar, akıllarından çıkarmamaları emredilen şeylerin çoğunu unutmuşlar; bir kaçı dışında onların hepsinden daima ihanet göreceksin. Ama onları bağışla ve (yaptıklarına) katlan: şüphe yok ki Allah iyilik yapanları sever.[5]

Âyet önce Hz. Mûsâ aracılığıyla Allah ile İsrailoğulları’nın on iki kabilesi arasında yapılan bir anlaşmadan/sözleşmeden bahsetmektedir. Bu anlaşmanın özünde onların, dinî ve ahlâkî davranışları sergiledikleri takdirde Allah’ın onları destekleyeceği, günahlarını affedeceği, kendilerini cennete sokacağı ama aksi davranışta bulunanların ise doğru yoldan çıkmış olacakları yer almaktadır. Ama ne var ki onlar, bu anlaşmaya uymamışlar ve bu nedenle de kalpleri katılaşmış ve Allah’ın rahmetinde uzak düşmüşlerdir. Böyle olunca da yapılan nasihatler/öğütler onlara tesir etmez olmuş, dünyâ tutkusu nefislerini esir almış ve sonunda da Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getiremez olmuşlardır. Üstelik bunun yanında daha önceki âyetlerde verdiğimiz örneklerde olduğu gibi Allah’ın kelâmını tahrif etmeye, değiştirmeye ve keyiflerine göre yorumlamaya başladılar.

Âyetin devâmında Hz. Peygamber’e, İsrailoğulları’nın Yahudileşen bu kısmının daima kendisine düşmanlık/hainlik göstereceği bildirilmekte ve bunda da şaşılacak bir şey olmadığı vurgulanmaktadır. Çünkü Allah’ın kelâmını bozan, yasalarını değiştiren, içeriklerini gizleyen ve Allah’a verdikleri söze ihânet eden bir zihniyetin Hz. Peygamber’e de ihanet etmeyeceklerinin bir garantisi yoktur. Zaten bunun örnekleri Medine’de görülmüştür. Bu zihniyete sahip olanlar ellerine geçen her fırsatı nifâk çıkarmak için değerlendirmiş ve Hz. Peygamber’in varlığını ortadan kaldırmak için –düşmanla iş birliği dâhil– her türlü tuzağı kurmaktan geri kalmamışlardır. Âyetin son ifâdesinde Yahudilerin bütün bu düşmanlıklarına rağmen Hz. Peygamber’den onları –şimdilik-bağışlaması ve yaptıklarına katlanması istenmiştir. Çünkü bu “âlemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin” ancak gösterebileceği bir ahlâktır. Aslında burada anlatmak istenen Hz. Peygamber’den koşullar ne olursa olsun tebliğ görevini her zaman yerine getirmesi ve insânların hataları ne olursa olsun onları tevhide çağırmaktan vazgeçmemesidir. Şüphesiz Allah iyilik yapanları sever ve en büyük iyilik de insânları Hakk ve hakîkate çağırarak onların hidayetine vesile olmaktır.

Bütün bu örnekler bize bir kez daha gösterdi ki; ilâhi vahyi lâfız ve anlam yönünden tahrif/tebdil edenler içinde Yahudileşenler ilk sırada yer almaktadırlar. Kur’ân’ın birçok âyetinde onlara ait olan özelliklerden bahsedilmesi şüphesiz Müslümanlar açısından da ders alınması gereken önemli yönler taşımaktadır. Zaten Mâide/82. âyette yapılan tespit de bu gerçekliği vurgulamaktadır: “Bütün insânlar içinde [bu ilâhî kelâma] inananlara en çok düşmanlık yapanların Yahudiler ve Allah’tan başkasına ilâhlık yakıştırmaya şartlanmış olanlar olduğunu kesinlikle göreceksin.[6] Elbette bu âyetin hükmü bugün de devam etmekte, Müslümanlara düşmanlık noktasında yeryüzünde zulüm, fesat ve nifak çıkarmada bu lanetli zihniyetin/mantığın eylemleri sürmektedir.

[1] Nisâ/46 “Minellezînehâdûyuharrifûnel kelime an mevâdııhî ve yekûlûne semi’nâ ve asaynâvesme’ gayramusmeın ve râınâleyyen bi elsinetihim ve ta’nanfîd dîn(dîni) ve lev ennehum kâlû semi’nâ ve ata’nârnâ le kâne hayran lehum ve akvem(kveme) ve lâkin leanehumullâhu bi kufrihim fe lâ yu’minûne illâ kalîlâ(kalîlen).”

[2] Mâide/41  “Yâ eyyuherresûlu lâ yahzunkellezîneyusâriûne fîl kufriminellezîne kâlû âmennâ bi efvâhihim ve lem tu’minkulûbuhum, ve minellezînehâdûsemmâûne lil kezibisemmâûne li kavmin âharîne lem ye’tuk(ye’tuke) yuharrifûnel kelime min ba’dimevâdııh(mevâdııhî), yekûlûne in utîtum hâzâ fe huzûhu ve in lem tu’tevhufahzerû ve men yuridillâhufitnetehu fe len temlike lehuminallâhişey’â(şey’en) ulâikellezîne lem yuridillâhu en yutahhirekulûbehum lehum fîddunyâhızyun ve lehum fîl âhıretiazâbun azîm(azîmun).

[3] Bakara/75 “E fe tatmeûne en yu’minûlekum ve kad kâne ferîkunminhumyesmeûnekelâmallâhi summe yuharrifûnehu min ba’di mâ akalûhu ve hum ya’lemûn(ya’lemûne).

[4] Bakara 91, 97; Âl-i İmrân /3; Nisâ /47

[5] Mâide/13 “Fe bimâ nakdihimmîsâkahumleannâhum ve cealnâkulûbehumkâsiyet(kâsiyeten), yuharrifûnel kelime an mevâdııhî ve nesûhazzanmimmâzukkirûbih(bihî), ve lâ tezâlutettaliualâhâınetinminhum illâ kalîlenminhumfa’fu anhum vasfah innallâhe yuhıbbulmuhsinîn(muhsinîne).

[6] Mâide/82

NECMETTİN ŞAHİNLER

YAZARIN DİĞER YAZILARINI OKUMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ

View Comments

Recent Posts

  • Gündem

Uluslararası Ceza Mahkemesi, Netanyahu ve Gallant İçin Yakalama Kararı Çıkardı!

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…

6 saat ago
  • Gündem

KUR’ÂN ARAŞTIRICISIYDI BEL’AM MI OLDU!

Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…

7 saat ago
  • Gündem

YALNIZCA VE SADECE MİLLETİMİZİN ASKERLERİNE MUHTACIZ

Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…

10 saat ago
  • Gündem

İBB Meclisi’nde İstanbul’da Suya Her Ay Zam Yapılacak

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…

11 saat ago
  • Gündem

Marmara’da Lodos: Deniz Ulaşımı Olumsuz Etkilendi

İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…

12 saat ago
  • Makale

Evrensel Bir Kişilik Profili: Ebu Leheb ve Karısı (1)

Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…

13 saat ago