Tek Allah, tek din, tek hakîkat varsa, bütün bu tevhidin kaynağı da tektir ve bu kaynak Kur’ân’dır. Allah’ı nefislerinin arzularına göre değil de O’nun istediği gibi anmak sevdasında olanlar, Allah’ı yalnız Kur’ân’dan öğrenmek ve dinlemek zorundadırlar. Bu açıdan bakıldığında bugün İslâm dünyasının din açısından durumu bir tevhid manzarasından çok, bir şirket manzarası arzetmektedir. Bu yapı içinde Kur’ân en iyi ihtimalle üçüncü dördüncü sırada bir söz hakkına sahip bulunmaktadır. Hristiyanların, Hz. Îsâ’nın emanetinin başına getirdiklerini tenkit edenler, Hz. Peygamber’in emanetinin başına ondan daha korkuncunu getirmişlerdir. Ortada birkaç incilin bulunmasını tutarsızlık sayarken, din adına bir düzineden fazla kitabı dokunulmaz kaynak yapıp Kur’ân’ı hüküm makamından indirdiklerini hiç bir bahane/tevil saklayamaz.
Kur’ân’ı hükümden düşürmenin ve onun âyetlerini devre dışı bırakmanın bir yolu da “nesih/mensuh” konusudur. Nesh, bir şeyi yok etmek ve onun yerine başka bir şey koymak demektir. Nesh eden şeye “nâsih” yâni “yerine geçen, yok eden”, neshedilene de “mensuh” yâni “Neshe uğrayan” denir. Neshin şer’i terminolojide mânâsı, herhangi bir hükmün tersine diğer bir delîlin o hükmü kaldırması veyâ değiştirmesidir. Nâsih, hükmü kaldıran, mensuh hükmü kalkan âyettir. Bu kısa açıklamadan sonra şimdi de hayatî ve temel bir soru olan “Kur’ân’da nâsih ve mensuh var mıdır, yok mudur?” sorusuna cevap aramaya çalışalım. Bu konuda hemen şunu söyleyelim ki; Kur’ân’ın iki kapağı arasında yazılı olup da hükmü geçersiz olan hiç bir âyet yoktur ve Hz.Peygamber’den de “Kur’ân’dan herhangi bir âyetin neshedilmiş olduğuna dâir bir tek hadîs rivâyet edilmemiştir.”Zaten en büyük amacı Kur’ân’ı tebliğ edip insânları hurafelerden, dar düşüncelerden, saplantılardan kurtarmak olan Hz. Peygamber’in, Kur’ân’a aykırı, hatta bazan Kur’an’ı nesheden[1], insânlann yollarını daraltan, gelişmekte olan toplumun sosyolojik gerçeklerine ters sözler söylemesi düşünülemez.
Hz.Peygamber böyle bir şeyden bahsetmediğine göre bunun nereden çıkmış olduğunu anlamak çok kolaydır. Demek ki, Asr-ı Saadet’ten sonra, birbirini tutmadığı düşünülen/görülen iki âyet karşısında kalanlar, bunlardan birinin diğerini neshetmiş olduğunu sanmışlardır. Hâlbuki Kur’ân, âyetleri arasında hiçbir ayrılık/tutarsızlık bulunmadığını şöyle açıklamaktadır: “Onlar bu Kur’ân’ı hiç anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o, Allah’tan başka birinden gelmiş olsaydı onda mutlaka birçok (tutarsızlık ve) çelişkiler bulurlardı!”[2] Mâdemki Kur’ân içinde hiçbir ayrılık, hiçbir ahenksizlik yoktur, o hâlde onda nâsih ve mensuh’un da bulunmaması gerekir. Allah’ın kitabının bir kısım âyetlerinin diğer bir kısmını hükümsüz ve geçersiz ilân ettiğini ileri sürmek Kur’ân’da çelişmenin varlığını peşînen kabûllenmek olur ki, Allah’ın kitabı böyle şeylerden arınmıştır.
Bir başka âyet de şöyledir: “Benim verdiğim söz değişmeyecek; ve Ben kullarıma asla zulmetmem!”[3] Anlaşılıyor ki; ilahî sözle insan sözünün en belirgin farkı birincinin zamanüstü değişmez olmasıdır. Bu da bize, zamanüstü kelamın zirvesi olan Kur’ân’da “nesh” yani “hükümden düşen/geçersiz olan” söz olmadığını göstermektedir. Bunun bir anlamı da İlahî sözün/vahyin ihtilaftan annmış olmasıdır. Tâhâ/114. âyette de Hz. Peygamber’e verilen şu emir “nesh” konusunda düşündürücüdür: “Kur’ân’ın vahyi sana bütünüyle ulaştırılmadan önce onun hakkında (görüş bildirmekte) tezlik gösterme; fakat [daima] ‘Ey Rabbim, benim ilmimi artır!’ de.”[4] Bu emirden/âyetten anlaşılıyor ki; Kur’an Allah’ın Kelâmı, Allah’ın Sözü olduğuna göre, onu oluşturan parçaların hepsi –ibareler, cümleler, âyet ve sureler– bir arada birbiriyle tutarlı ve bağlantılı tam bir bütün meydana getirmektedirler. Bunun içindir ki, Kur’ân mesajını tam olarak anlamak isteyen kimse, “aceleci yaklaşımlardan” yani âyetleri ait oldukları umumî anlam örgüsünden soyutlayarak onlardan aceleci sonuçlar çıkarmaktan sakınmalı, Kur’ân’ı bir bütün olarak ele almalı ve münferit meseleleri bu bütün içinde değerlendirmelidir.
Aynı zamanda bu emir bize Kur’ân’ın bir bütün olarak düşünülmesi gerektiğini ve bu bütün içinde hiçbir âyetin hüküm dışı tutulamayacağını ifâde eder. Bundan da anlaşılır ki, “Kur’ân’ın bazı âyetleri nesh edilmiştir yani hükümden düşürülmüştür” demek, bir anlamda Kur’ân’a iftira etmek demektir. Hükümden düşürülmüş hiçbir Kur’ân âyeti yoktur ve her âyet hüküm dayanağıdır. Burada bugün yürürlük alanı bulamazsa bir başka yerde yarın yürürlük alanı bulur. Kur’ân bütün zamanların ve mekânların kitabıdır. Bir yer ve zamanda uygulama alanı doğmayan âyetleri neshedilmiş göstermek Kur’ân’ın evrenselliğini ve zamanüstülüğünü zedeleyen bir aldanıştır. Nitekim neshin varlığını iddia eden fakih ve müfessirler değişik sayılar ileri sürmüşlerdir. Kimine göre nesh üç yerde; kimine göre ise elliden fazla yerde vardır. Böyle bir karmaşanın Allah‘ın kitabına mâledilmesi vahyin ve Kur’ân’ın ciddiyetiyle bağdaşmaz. Eğer Kur’ân’a farklı bir yaklaşımla “tedrîcîlik” ilkesi göz önünde bulundurularak yaklaşılırsa, neshçi ulemâ tarafından “mensuh” addedilen tüm âyetler, Kur’ân’ın bütünlüğü ve ilâhî vahyin evrenselliği içerisinde muhakkak bir yere oturtulacaktır.
Nesih konusunu Kur’ân’a dayamak isteyenler, özellikle iki âyeti delil olarak getirirler. Bunlardan biri Mekke devrinde, diğeri Medîne devrinin başlarında nâzil olmuştur. Hâlbuki bunların ikisi de neshin söz konusu edilmesini gerektirecek emirler ve nehiylerin, ayrıntılı/detâylı hükümlerin bildirilmesinden önce indirilmiştir. Bu âyetleri delil getirmek bizzât nesih taraftarlarının koyduğu “nesih, akîde ile ilgiliâyetler için değil; ahkâm ile ilgili âyetler için geçerlidir” kuralına aykırıdır.[5] Nitekim bu âyetlerden ikisi de İslâmdan önce gönderilen şerîatlerin neshinden ve İslâm’ın onların yerine kaim olduğundan bahsetmektedir.
Bu iki âyetten Mekke’de nazil olan Nahl/101. âyette şöyle denilmektedir: “Biz bir âyetin yerine bir başka âyeti getirdiğimizde -ki Allah adım adım[6] ne indirdiğini bütünüyle bilmektedir- [hakkı inkâr edenler], ‘Sen sadece uyduruyorsun! ’ derler. Oysa onların çoğu bilmeyen, anlamayan kimselerdir!”[7] Görüldüğü gibi âyet bazı Müslüman âlimlerin ileri sürdüğü gibi Kur’ân’ın bir ayetinin hükmünü kaldırıp “neshedip” onun yerine bir başka âyet koyarak değil, fakat önceki ümmetlere mahsus birtakım özel talimatların yerine Kur’ân mesajının koyulduğunu bildirmektedir. Hz.Peygamber Kur’ân’ı tebliğ ederek bunun Allah tarafından vahyolunduğunu söylediğinde, Mekke müşrikleri bunu kabul etmeyerek, bu sözlerin uydurma olduğunu ve Hz.Peygamber’in ancak bir başkası tarafından öğrendiği şeyleri tekrarladığını iddia ediyorlardı. Buna karşılık Hz.Peygamber de bunun bir uydurma olmadığını tam tersine Allah tarafından daha önce gönderilen kitapların yerini tutacak yeni bir kitap olduğunu anlatıyordu.
Diğer âyet ise Medine döneminin başlarında inen Bakara/106. âyettir ve bu âyette şöyle denilmektedir: “Biz yürürlükten kaldırdığımız veya unutturduğumuz herhangi bir mesajı mutlaka daha iyisi veya benzeri ile değiştiririz. Allah’ın her şeye kâdir olduğunu bilmez misin?”[8]
Bu pasajda ortaya konulan prensip yâni “Kitâb-ı Mukaddes öğretisinin, yerini Kur’ân’ın getirdiği öğretiye bırakması” birçok Müslüman âlimin yanlış yorumlarına sebep olmuştur. Bu bağlamda kullanılan “âyet” kelimesi, aynı zamanda Kur’ân’ın bir “hükmü”nü ifâde etmek için de kullanılmaktadır. Âyet terimini bu sınırlı anlamda alan bazı âlimler, yukarıdaki pasajdan, Kur’ân’ın bazı âyetlerinin vahiy tamamlanmadan önce Allah’ın talimatı ile “nesh” edildiği sonucunu çıkarmaktadırlar. Bu iddianın tutarsızlığının yanısıra, Kur’ân’ın herhangi bir ayetinin “nesh” edilmiş olduğunu bildiren tek bir sahih hadis bile bulunmamaktadır. Anlaşılıyor ki; “nesh doktrini”nin temelinde bazı eski müfessirlerin Kur’ân’ın bir pasajını diğeri ile uzlaştırmadaki yetersizlikleri yatmaktadır: Sözkonusu âyetlerden birinin “neshedildiği” yargısına vararak altından kalkılmaya çalışılan bu keyfî değerlendirme, “nesh doktrini”nin taraftarları arasında kaç Kur’ân âyetinin ve hangilerinin neshedildiği, ayrıca bu sözde nesih ile sözkonusu âyetin Kur’ân’ın tertîbinden tamamen çıkarıldığı mı yoksa yalnızca o âyet ile konulan özel hükmün veya beyanın mı iptal edildiği konusunda neden hiçbir görüş birliği olmadığını da açıklamaktadır.
Kısacası, “nesh doktrini” hiçbir tarihsel olguya dayanmamaktadır. Diğer taraftan, yukarıdaki Kur’ân pasajını yorumlamadaki zahirî güçlük, âyet teriminin “mesaj” olarak anlaşılması ve bu âyetin, Yahudilerin ve Hristiyanların Kitâb-ı Mukaddes’in yerini alan herhangi bir vahyi kabul etmediklerini ifâde eden önceki pasaj ile bağlantılı olarak okunması halinde derhal ortadan kalkar. Çünkü onu bu şekilde okumamız halinde, neshin, bizzat Kur’ân’ın herhangi bir bölümü ile değil, sadece geçmiş ilâhî mesajlar ile ilgili olduğunu görürüz.
Âyete bir başka yaklaşım da “nesh” görüşünde olanların burada geçen “âyet” sözcüğünü sâdece Kur’ân âyeti mânâsında anlamalarından kaynaklanan bir yanılgıdır. Hâlbuki âyet, Kur’ân dilinde sâdece Kur’ân’ın belirli parçaları değil, varlık ve oluştaki herşey anlamına da gelmektedir. Eğer onlar böyle baksalardı değiştirme ve daha iyisini getirmenin, evrendeki sürekli oluşun Kur’ân diliyle bir ifâdesi olduğunu görebilirlerdi. Kur’ân’ a göre: “Allah heranyeni bir iş ve oluştadır.”[9] Öte yandan Kur’ân varlıkta Allah’ın dilediğini arttırdığını ve evreni sürekli genişlettiğini söylemektedir.[10] Varlık ve oluşta sürekli bir yeniden “yaratılış/ halk-ı cedid” olduğunu ve Allah’ın kesintisiz bir biçimde yaratıp/ yok etme ve tekrar yaratma mekanizmasını işlettiğini de yine Kur’ân’dan öğreniyoruz.[11] İşte nesh, bu sürekli yaratış ve oluşun, tekâmül seyri boyunca her ân bir öncekinden daha iyiyi ortaya koymasını ifâde etmektedir. Ne yazık ki, âyet kavramını Kur’ân verilerine tamâmen zıd bir anlayışla sâdece Kur’ân âyetleriyle dondurmak, değindiğimiz bu çok önemli gerçeğin gözden kaçmasına yol açmış ve nesh kavramı hiç ilgili olmadığı alanlara çekilmiştir.albuki âyet
Özetle söylemek gerekirse: Kur’ân’da hükmü kalmamış, geçersiz hiçbir âyet yoktur. Kur’ân’ın bütün âyetleri geçerlidir ve hükümleri bâkîdir. Her âyet bir topluma uygulanabilir ve her âyetin bir ânda tek bir topluma uygulanma şartı yoktur. Her âyet bir toplumun bile değişik şart ve zamanlarına uygun düşebilir. Bir topluma uygulanmayan bir âyeti hükümsüz, mensuh saymak doğru değildir. Bir topluma uygulanmayan bir âyet, başka bir topluma uygulanabilir veyâ aynı topluma başka bir zamanda uygulanabilir. Bundan dolayı bâzı âyetlerin bir toplumda uygulanma imkânı bir zaman için yoksa, o toplumu dînden çıkmış ve Kur’ân’dan ayrılmış saymak yanlıştır. O toplum, mensuh sayılan âyete uygun davranmış olabilir. O âyeti mensuh sayarsanız, o âyete göre hareket eden insân veyâ toplumu dîne aykırı hareket etmekle suçlayabilirsiniz. Ama âyeti inkâr etmeyip geçerli sayarsanız, pek çok insânı ve toplumu İslâm dâiresi içinde görürsünüz. İşte Kur’ân âyetlerini 360 dereceli açı ile anlamanın faydası budur. O toplumun Kur’ân’ın bütünlüğü içinde ve âyetlerden hangisine uygun düşeceği hesaba katılmalıdır.
Bu anlayışın gerekçesi şudur: İnsânlar standart yâni tek âyâr ve kalıpta olmadıkları gibi toplumlar da tek âyâr ve kalıpta olamazlar. Standartlık yâni tek düzelik insân tabiatına aykırıdır. Bir insân bile kendi içinde tekdüze ve tek âyârda olamaz. Bütün bu değişiklikleri kapsamak ve kuşatmak, Kur’ân’da birbirine zıt ve muhâlif gibi görünen âyetlerle sağlanmıştır. Bundan dolayı Kur’ân bütün toplumlara ve zamanlara uygulanabilecek nitelik ve özelliktedir. Kur’ân, tek tip insân ve tek tip toplum yaratma peşinde olmayıp her tip insânın ve her tip toplumun içinde yaşama niyetinde ve emelindedir.
NECMETTİN ŞAHİNLER
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
[1] Bu düşünce sağlıklı bir yaklaşım değildir. Çünkü Kur’ân, neshedilecek âyetten daha iyi veya dengi bir âyet getirildiğini bildirmektedir. Hz. Peygamber’in kendi sözü, yüzde yüz onun sözü olsa dahi yine de Kur’ân’ın dengi olamaz. Çünkü Kur’ân vahiydir, sünnet vahiy değildir. Kaldı ki sünnetin çoğu da âhad haberdir. Bunlar Peygamberin devrinde yazılmadığı ve zaten kendileri de kendi sözlerinin yazılmasına izin vermediği için bu sözler, kendi kalıpları içinde tespit edilmemiş, ancak sahabiler, kendi anlayışlarına göre O’nun sözlerini nakletmişlerdir.
[2] Nisâ/82 “E fe lâ yetedebberûnel kur’ân(kur’âne) ve lev kâne min indi gayrillâhi le vecedû fîhihtilâfen kesîrâ(kesîran).”
[3] Kâf/29 “Mâ yubeddelul kavlu ledeyye ve mâ ene bi zallâmin lil abîd(abîdi).”
[4] Tâhâ/114 “…ve lâ ta’cel bil kur’âni min kabli en yukdâ ileyke vahyuhu ve kul rabbi zidnî ılmâ(ılmen).”
[5] Zerkeşi, el-Burhan, 2/3; Suyuti, el-İtkan, 3/61)
[6] Yani, vahyin yunezzil fiil formunun da îma ettiği tedricî inişi Allah’ın plânıyla uyum içindedir; öyle ki Allah istek ve buyruğunu bir plâna göre insâna tedricî olarak bildirmekte, insânlığın zihinsel ve toplumsal gelişme düzeyine göre bir talimatını bir başkasıyla değiştirmekte ve bütün bu süreci Kur’ân mesajıyla doruğuna ulaştırmaktadır.
[7] Nahl/101 “Ve izâ beddelnâ âyeten mekâne âyetin vallâhu a’lemu bimâ yunezzilu kâlû innemâ ente mufter(mufterin), bel ekseruhum lâ ya’lemûn(ya’lemûne).”
[8] Bakara/106 “Mâ nensah min âyetin ev nunsihâ ne’ti bi hayrin minhâ ev mislihâ e lem ta’lem ennallâhe alâ kulli şey’in kadîr(kadîrun).”
[9] Rahmân/29
[10] Fâtır/1; Zâriyât/47
[11] Yûnus/4,34; İbrâhim/19; Enbiyâ/104; Neml/64; Ankebût/19; Rûm/11,27; Secde/10; Fâtır/16
Kuran’ı eğip bükmeye doyamayanlara cevap olsun bu yazı ❤️