Devam edeceği anlaşılan başörtüsüyle algıları anlamak için modern durumda toplumda oluşmuş üç alan üzerinden bakmak gerekir.
Birincisi “özel alan”. Bu alan insanların ev hayatı, başka bir deyişle özel/mahrem alanı demektir. Tarih boyunca devletler evin içine müdahale etmemiştir. Sadece yaşama hakkı ihlal edilip cana kast edildiğinde veya ceza hukukunu ilgilendiren cürümler işlendiğinde kamu otoritesi eve girer, müdahalede bulunur. Gelgelelim bunun dışında evin bir hayatı, reisi vardır, kararların alınma biçimi, mekanizmaları söz konusudur.
İkincisi “sivil alan”. Bu alan, tarihte ve bugün, cemaatlerin, tarikatların, derneklerin, vakıfların, STK’ların alanı sayılmıştır. Halktan insanlar kendi meşreblerine göre bir gruba mensup olurlar; mesela tarihte esnaftan olan bir demirci Kadiri, sanat ruhlu biri Mevlevi tarikatına intisap etmiştir.
Mesleki teşekküller de bu alan içinde varlık bulmuştur. Ahi teşkilatları hem iktisadi hem sufi örgütler, mesleki teşekküllerdir. Selçuklular zamanında öylesine güç kazanmışlardır ki, zamanla Sultana borç para verebilecek güce ulaşmışlardır. Genellikle devlet bu alana müdahil olmamıştır. Ne zaman ki temel haklar ihlal edilip, hukuki suiistimaller -hırsızlık, yaralama, ağır ceza davalarına giren suçlar- baş göstermiş, o zaman müdahil olmuştur. Bunların dışında bu alanların -vakıf, dernek, lonca, teşkilat- düzenlenmesi sivil insanlara aittir ve kendiliğindendir.
İster sosyal ister iktisadi nitelikli olsun, söz konusu cemaat ve teşekküller tarihte bireyi devlete karşı koruyan ara mekanizmalardır; bu mekanizmaların varlığı sayesinde devlet totaliter olma imkanını bulamamıştır.
Bütün bu alanları düzenleyen dindir. Vakıflar kuruluş amacını dinin yardımlaşma emrinden alır. Biri kendi lehine hareket halinde olan serveti durdurur (kıf). Bir noktada durduğu servetin bundan sonra servet tayin edilmiş hayır alanda akmaya devam eder. Din, infakı yardımlaşmayı, emreder: Hz. Peygamber (s.a.) insan ölür ancak arkasından cari amelleri kalır, bunlardan bir tanesi sadakayı cariyedir, diye buyurur. İnsanlar da arkasından devamlı bir şekilde hayır ve sevap getirmesi için sadakay-ı cariye niyetiyle bir vakıf kurar. Vakıf sahibi bir mütevelli heyeti oluşturur, iştigal alanı belirler, vakfa devamlı bir akar sağlanır. Böylece bir “sivil” alan ortaya çıkmış olur. Dolayısıyla vakıf, dernek veya cemaatleri devlet değil, dinin hükümleri düzenler. Devleti düzenleyen hükümler ne ise “sivil alan”ı düzenleyen hükümler de mahiyetçe aynıdır.
Bugün modern devletin üstlendiği eğitim, sağlık, sanat, spor, yardımlaşma, yoksulların korunması, bekârların evlendirilmesi, yol ve köprü yapımı için finans kuruluşlarının, hayır derneklerinin, vakıfların kurulması gibi çok sayıda fonksiyonu, “sivil alan” üstlenmiş durumdaydı.
Tabii ki tarihte vergi kaçırmak veya kara para aklamak maksadıyla kurulmuş vakıflar var ki, bunlara “gayr-ı sahih vakıflar” denir. Bu, vakıf denen hayırlı bir işin suistimal ve istismar fiili olup bahs-i diğerdir.
Üçüncüsü “politik alan”. Bu alan devletin, toplumun can ve mal güvenliğini sağladığı, yargıyı koruduğu, yürürlükte tuttuğu, dış savunmayı üstlendiği alandır. Ayrıca insanlar arasında hükümranlığı temsil ettiği bir fonksiyonu da söz konusudur. Devlet ortak ve bölünemez hizmetleri görmek üzere vergi toplar. Bunun dışında devletin başka bir alanı yoktur. Yani kamusal alan, devletlerin kamusal alana sahip olması demek değildir. Batılılaşma sürecinde tamamen batıya özgü bir ikilemi alıp kendi toplumumuza deli gömleği gibi giydirmişiz; bundan da tek tip, dönüştürücü, asimile edici, emredici, hükmedici ve totaliter bir siyasi iktidar çıkmış bulunuyor.
Türkiye’de yaşanan, büyük mağduriyetlere yol açan başörtüsü, işte bizim tarihsel tecrübemize ve toplumsal yapımıza uymayan söz konusu batıya özgü modelin dayatılmasından kaynaklanmıştır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, temel ilke olarak hiç kimse başörtüsü konusunda ne evet ne de hayır deme yetkisine sahiptir. Nasıl müslümanların namaz, oruç, hac ibadeti ve diğer menasikler demokratik oylamaya açık değilse, mahkemelerin vereceği karara göre belirlenmeyeceklerse, dini bir vecibe olan tesettür ve başörtüsü de böyledir.
Çözümün adresi AİHM veya ulusal, yerel, bölgesel mahkemeler de değildir. En başında AİHM’ye gitmekle büyük bir hata yapıldı. Avrupa Hukuku, Aydınlanma ve modernite konusunda üstünkörü bilgiye sahip olanlar, AİHM’e can simidi gibi sarılıp oradan mutlaka iyi bir karar çıkacağını zannettiler. Durum daha da kötüleşip vahimleşti. AİHM, Danıştay’ın kararından bir hafta sonra İmam Hatip Okulları ve üniversitelerde başörtüsüyle derslere girilmesine getirilen yasağı bir kere daha teyid etti.
AİHM şöyle diyordu: “Türkiye’de sürmekte olan bu yasak, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygundur. Türkiye’nin kendine özel laikliği vardır; bunu anlayışla karşılıyoruz.” AİHM ayrıca memurların, inançlarını kamusal alanda ifade etmek konusunda ihtiyatlı davranmaları gerektiği tavsiyesinde bulundu.
Peki, AİHM başörtüsü davalarını niçin reddediyordu?
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, bir insan tanımı yapıyor, yani önce insanı tanımlıyor, sonra da tanımladığı o insana haklar tespit ediyor. Başörtüsü takıp dini/İslami vecibelerini yerine getirmek isteyenler, hakları ihlal edildiğinde, aslında o sözleşmenin çerçevesine, o insan tanımına girmiyorlar. Örneğin, Tony Blair, “İngiliz hukuk mevzuatında Anglikan Kilisesi ve Hıristiyanlığa hakaret yasaktır, İslamiyet de buna dâhil olsun” diye bir karar tasarısı sunmuştu, tasarı reddedildi. Çünkü İslamiyet İngiltere’de bir devlet tarafından korunmaya mazhar din olarak kabul edilmiyor, dolayısıyla İslami değerlere hakaret edilebilir. Bunun gib başörtüsü Avrupai manada bir insan hakkı değildir.
Gerçek şu ki, siz bunu insan hakları çerçevesine oturttuğunuz zaman, hakları tayin etme durumunda olan karar mekanizmaları ve merciler, buna haktır veya değildir kararı verebilir; zira o yetkiyi onlara vermiş oluyorsunuz. Oysa başörtüsü hükmünü vaz’eden Kur’an ve Sünnet’tir. Bu, hiçbir yasama meclisinin bu konuda yasa çıkaramayacağının başka bir ifadesidir. Hiçbir parlamento, dini bir vecibenin hükmü konusunda bir karar veremez. Devletler sadece inananlara başlarını örtme özgürlüğünü tanıyıp tanımama konusunda karar verebilir. Tarihte de böyle olmuştur. Tarihte hiçbir Müslüman veya Hıristiyan grup zulme uğrayıp mağdur olduklarında, “bunu bir hak olarak bize tanı” diye bir talepte bulunmamışlardır. Karşı olan güçler ya buna imkân tanımışlardır ya da tanımamışlardır. Örneğin, Bizans tanımamıştır; fakat Habeşistan’da, Hıristiyan bir yönetim Müslümanlara din özgürlüğünü tanımış ve burada dininizi istediğiniz gibi yaşayabilirsiniz demiştir.
Başörtüsü tartışmaları sürerken YÖK başkanı Erdoğan Teziç, ilginç bir şey daha söylemişti: “Kendi bedeninden utanan bir kadın, çocuklara kötü örnek olur; çocuk ya annem de öyleyse derse ne olacak?” Yani Teziç’e göre sokakta başını örten bir kadın, kendi bedeninden utanıyor ki, hem bedenini hem de başını örtüyor.
Aslında bu iyi bir noktaydı. Çünkü biliyoruz ki, bu tartışmanın kökeninde şu soru yatıyor: Toplumsal hayatta kadının kişiliği mi öne çıkacak, dişiliği mi? Modern kültür, kadını soyup dişiliğini öne çıkarıyor ve bunu, kamusal hayata sokuyor. Kadının, her türlü toplumsal ve insani etkinliğe, iktisadi faaliyetlere dişiliğini öne çıkararak katılmasını amaçlıyor, çünkü piyasa kapitalizminin sürmesi buna bağlı. Din ise kadının kişiliğini öne çıkarıyor. Kadın dışarı çıkabilir; fakat ona “insanların dikkati senin bedenin ve dişiliğin üzerinde olmasın, kişiliğin üzerinde olsun”, telkininde bulunuyor.
ALİ NALBANTOĞLU
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-