islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
33,9762
EURO
37,6709
ALTIN
2.725,36
BIST
9.771,16
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Hafif Yağmurlu
25°C
İstanbul
25°C
Hafif Yağmurlu
Pazar Hafif Yağmurlu
27°C
Pazartesi Çok Bulutlu
28°C
Salı Çok Bulutlu
29°C
Çarşamba Parçalı Bulutlu
28°C

Başörtüsü Hikayesi

Başörtüsü Hikayesi
12 Temmuz 2024 10:00
A+
A-

Geldiğimiz noktada uğruna büyük mücadelelerin verildiği başörtüsü giderek muhafazakar çevrelerde de önemini kaybetmiş görünüyor. Ya geçmişte başlarını örtenler şimdi başlarını açıyorlar ya da bedenleri üzerinde daracık giysiler varken, başlarında örtü bulunduruyorlar.

Başörtüsü Türkiye’de sorun gibi gözükmüyorsa da, mevcut iktidarın değşmesiyle tekrar ve belki eskisinden daha sıkıntılı gündeme gelebileceğini düşünebiliriz. Nitekim Fransa ve Tacikistan’da ciddi sorun olmaya devam ediyor.

Başörtüsü müslüman kadının şiarıdır, dini bir vecibedir ve uğruna mücadele vermeye değer. Nitekim bu ülkede bu uğurda büyük mücadeleler verildi.

Nereden nereye geldiğimizin geçmişini hatırlamakta fayda var, aksi halde dün başlarını örtenlerin bugün niye başlarını açtıklarını anlayamayız.

Yakın zamanlarda hukuki dayanaktan yoksun yargı marifetiyle başörtüsü yasağı 1980’lerde, yani 12 Eylül askeri ihtilalinden sonra, o günkü Milli Güvenlik Konseyi’nin, özellikle okullarda, kadınların başörtüsüyle ve erkeklerin sakallı girmelerini yasaklamasıyla başladı. Yasak önce öğretim üyelerine,  sonra devlet dairelerine teşmil edildi. ANAP iktidara geldikten sonra Turgut Özal bunu çözmeye çalıştı. Yasalar çıktı, Anayasa Mahkemesi’ne gidildi. Anayasa Mahkemesi öyle bir karar verdi ki, bu karar sanki bir yasama hükmüymüş gibi referans alındı. Hâlbuki anayasada ve yasalarda başörtüsünü yasaklayan herhangi bir hüküm yoktu.

AYM 1961 yılında kurulmuştur, batıda toplumu devlete karşı korumak amacıyla ihdas edilen mahkemeler, bizde halka karşı devlet aygıtını ele geçirenlerin hukuksuz tasarruflarını koruma altına almak üzere sisteme dahil edildi.

Başlangıçta başörtüsü yasağı laikliğe aykırı bir zeminde ele alınıyordu, fakat Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer “kamusal alan” kavramını ortaya atarak, kamusal alan çerçevesinde başörtüsünün takılamayacağı yönünde bir söylem ortaya çıktı. Arkasından Danıştay İkinci Dairesi bir karar açıkladı. Danıştay İkinci Dairesi’ne göre bir öğretmenin veya bir kamu görevlisinin okulun dışında da başörtüsü takması üç açıdan sakıncalıdır.

1.) Başörtüsü çağdaş eğitim ve öğretim yasalarına aykırıdır; çünkü Anayasaya göre Türkiye Cumhuriyeti’nde çağdaş eğitim ve öğretim verilir. Türk Milli Eğitim sistemi laik düzenle ve laiklik ilkesine göre kurulmuştur. Başın kapalı olması -dışarıda olsa dahi- laiklik ilkesinin zedelenmesi anlamına gelir. Dolayısıyla çağdaş eğitim ve öğretimi öngören bir ülkede öğretmenin hem içeride hem dışarıda başının açık olması gerekir.

2.) Eğitim yalnız bilimsel sistemler doğrultusunda yapılmaz; aynı zamanda dogmalardan ve bilime ters düşen etkilerden de uzak tutulmalıdır. Öğretmen bilimsel zihniyeti, bilimi öğreten, öğrenciye aktaran bir aktördür. Dolayısıyla öğretmen bu açıdan da iyi örnek olmalıdır.

3.) AYM’nin gerekçeli kararında ifade ettiği durumdan dolayı sakıncalıdır : “Bulunduğu ortam içinde ve eğitimin, öğretimin bir şekilde yansımasının oluştuğu dışsal çevrede, en iyi örnek konumda olması gereken davacının, okula geliş ve gidişleri sırasında da olsa yasal düzenlemede belirtilen temel ilkelere aykırı davrandığı sabittir.”

Buna göre devletin müdahil olduğu yetkili bir alan vardır, bu da kamusal alandır. Dolayısıyla kamusal alanda başörtüsü olmaz. Çok daha ilginç olanı, YÖK başkanı Teziç, “kamusal alan belirlenmemiştir” diyerek bunun kapsamını daha da genişletti. Yani kamusal alan belli değildir; her yer ve her mekân kamusal alan olabilir. Mesela parkta gezinen bir kadın, güvenlik görevlisi tarafından yeterince tanınmıyorsa, onun üstünü başını açmasını isteyebilir, çünkü orası kamusal alandır. Hatta güvenlik görevlisi özel alanda, evde de bu yetkisini kullanabilir, yoruma göre evin kendisi de kamusal alan olabilir.

Fransa Eğitim Bakanı Francis 1998 yılında bu kavramı kullanmış ve şöyle demişti: “ Bir kamusal alan ve bir de özel alan var. Kamusal alan nötr bir alandır; burayı Cumhuriyetin temel değerlerine göre devlet düzenler. Çünkü devlet de kamusal alan gibi nötrdür. Bundan dolayı herkes özel hayatında ve özel alanında Yahudi’yse kippa, Hıristiyan’sa haç, Müslüman’sa başörtüsü takabilir. Ancak kamusal alanda bu sembolleri temsil edemez.”

Bizimkiler de Fransız Milli Eğitim Bakanı’nın sözlerinden iktibasla bir kamusal alan fikrini öne sürüp başörtüsünü yasakladılar.

Aslında bu durum, Aydınlanmayla ilgilidir. Aydınlanmada nasıl din özel alana aitse, kamusal hayat veya kamusal alanlar da -sokak dâhil olmak üzere- devlete aittir. Bir bakıma kilise-devlet, iman-akıl, dünya-ahiret ayrımı/ikilemi buraya taşınmıştır. Dini mümkün mertebe seküler, kaskatı, müfrit bir sekülerlik çerçevesi içerisinde, özel alana itme ve hapsetme düşüncesi vardır.

Özel alan-kamusal alan ayrımı bizim ne tarihimizi ne siyasi tecrübemizi ne de bugünkü toplumsal yapımızı açıklar. Bugüne kadar başörtüsü çerçevesinde söz konusu olan kamusal alan, devlet dairelerinin, özellikle okulların ve üniversitelerin meydana getirdiği alandan ibaretti. Hizmet verenler kamusal mekânlarda -mahkemelerde, okullarda, hastanelerde- başlarını örtemez deniyordu. Şimdi ilk defa kamusal alan Danıştay’ın kararıyla sokağa, YÖK başkanı Teziç’le birlikte ise eve kadar yayılmış oluyordu. Ayrıca şahıslar durumlarına göre anında kamusal alan içine girebiliyorlardı. Bu keyfi bir durumdu. Oysa Türk hukuk mevzuatında böyle bir alan kavramı ve tanımlaması yoktu; zira bu hukuki bir kavram değil, siyasi bir kavramdır. Birileri keyfi olarak kamusal alanı belirliyor ve bu alanda geçerli olacak kurallar koyuyordu.

Devletin meşru bir takım yetkilere sahip olması, devletin kamu otoritesinin kendine alanlar üretmesi,  oraya müdahale etmesi ve keyfince bu alanları genişletmesi veya daraltması demek değildir. Bazı temel hak ve özgürlükler hiçbir kamu otoritesinin yetki sahası içinde değildir. Mesela devlet kamusal alanda başörtüsünü serbest bıraksa bu, devletin tanımlayıcı çerçevesini referans almış olmak anlamına gelir ki, yarın bir başkası gelir, tekrar kamusal alana yasaklar getirebilir.

Başörtüsü demokratik bir hak mıdır, mahkemelerin yetkisi dâhilinde midir, parlamentolar başörtüsünün vecibe olup olmadığı konusunda karar alabilirler mi? Başörtüsü takanlar ve savunanların büyük bir bölümü, savunmalarını bu çerçevede ortaya yaptılar ki bu yanlıştı. Kilise-devlet, din-devlet ikilemini kabul etmiyorsak; bizim dinimizde ve tarihsel tecrübemizde böyle bir ayrım yoksa, iki alan ayrımına başka bir perspektiften bakma mecburiyeti var.

Kamusal alanın Batı’da sivil topluma, kamuya ait bir alan olduğu argümanını o günün dindarları da benimsemişti. Buna göre kamusal alan sivil topluma aitse devlet bu alana müdahale edemez, demokratik düzenlemeye tabidir, dolayısıyla halkın iradesi nasıl tecelli ediyorsa kendi mekanizmaları da o şekilde düzenlenir.

Bu da beraberinde şu düşünceyi getirir: Başörtüsü veya kadının/erkeğin kendi bedeni üzerindeki kararları demokratik düzenlemeye tabidir, dolayısıyla başörtüsünün dini bir vecibe olup olmadığına demokratik mekanizmalar karar verir. Yasama meclisleri veya demokratik mekanizmalar başörtüsünü bir hak olarak görebilir veya görmeyebilir. Nitekim bir milletvekili “referanduma gidelim, bakalım halk ne diyecek” demişti.

Peki, başörtüsü referandum konusu olabilir mi? Türkiye’de halkın % 99’u başörtüsü dini bir vecibedir dese -ki 2008 yılında halkın % 74’ü öyle diyor, insanların % 65’i de kapalı görünüyordu; CHP seçmeninin de % 50’si başı örtülü, % 60’ı özgürlükten yana idi- bu hükmü değiştirebilir mi veya halk bu hükmü onama makamı mıdır?

Kamusal alanla ilgili önemli tartışma konularından bir tanesi de budur. Çünkü Müslüman çevreler bu argümana  o kadar çok güvendiler ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) gidildiğinde oradan iyi bir karar çıkacağını umut ettiler. Fakat AİHM bunu reddetti. Aslında AİHM kendi içinde tutarlı davrandı, başka şekilde karar veremezdi.

Bu konuda temel soru şudur:  Kamusal alanı, bir kavram ve bir veri olarak kabul ettiğimizde, bunu devletle hangi düzeyde ilişkilendirmek lazım? İkincisi, hizmet alan ve hizmet veren ayrı mıdır? Köktenci laiklere göre devlete ait olan hizmet alanları ve hizmet verenler devleti temsil ederler. Devleti temsil ettikleri için kendi sembollerini kamusal alanda veya devletin hizmet verdiği alanlarda ifade edemezler. Dolayısıyla ifade özgürlüğü buraya kadardır.

Bu ayrım her nedense sadece Müslümanlar için geçerli tutuldu. Batı’da eşcinsel subay, asker, öğretmen, öğrenci, hâkim, sanık, doktor, hasta, din adamı, dindar kilise müdavimi, işveren, işçi vs. bunların hiçbirisi kamusal alana eşcinsel kimlikleriyle çıkmaktan men edilemezler. Çünkü Avrupa Birliği (AB) hukuk mevzuatında eşcinseller kendilerini sembolleriyle açıkça ifade edilebilirler. Mesela bir öğrenci, okul idaresine, eşcinsel öğretmenini, eşcinsel kimliği ve sembolleriyle okula geldiği için itiraz etme, onu reddetme hakkına sahip değildir. Şimdi o kendi kimliğini hizmet verenlere empoze etmiyor da, başörtüsü takan bir öğretmen, doktor veya bir kamu görevlisi dini inancını hizmet verene empoze etmiş oluyor. Burada açıkça çifte standart söz konusu.

ALİ NALBANTOĞLU 

MİRATHABER.COM -YOUTUBE- 

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar