Her medeniyet, kendi değerleri üzerine kurulur ve yükselir. Aslında medeniyet bir değerler sistemidir. Zira her medeniyetin temelinde mutlaka bir kültür mevcuttur. Bu nedenle kültürsüz bir medeniyetin varlığından söz edilemez. Her ne kadar medeniyetlerin bazı ortak yanları olsa da, farklı yanları da mevcuttur. Bu farklılık ise genellikle kültürel değerlerden kaynaklanır ve o medeniyetin kişiliğini yansıtır. Bu nedenle İslam medeniyetinin kültürel değerleri ile Batı medeniyetinin kültürel değerleri aynı değildir. İslam medeniyetinin kültürel değerleri “Allah için insana ve bütün canlılara hizmet” anlayışında odaklanırken, Batı medeniyetine ait kültürel değerlerin “İnsan için bilim ve teknoloji” anlayışında odaklandığı görülür. Bundan dolayıdır ki İslam medeniyeti, vakıf ve bazı sanat dallarında temayüz ederken, Batı medeniyeti bilim ve teknolojide temayüz etmiştir. Dolayısıyla İslam medeniyeti huzuru ve iç dinginliği, Batı medeniyeti ise refah ve konforu amaçlamıştır. Bu nedenle İslam medeniyetinde, amaç değerler ile araç değerlerin hiyerarşisine azamî özen gösterildiği, Batı medeniyetinde ise araç değerlerin amaç değerlere dönüştürüldüğü görülmektedir.
Müslümanlar, tarihinde iki kez yabancı kültürlerle karşılaşmış ve bu kültürlerle etkin olarak iletişimde bulunmuştur. Bunlardan birincisi, miladi yedinci ve sekizinci yüz yıllarda Yunan ve Hint kültürleriyle; ikincisi ise Osmanlı Devletinin Viyana bozgunundan sonra Batı kültürüyle olan karşılaşmadır. Birinci karşılaşmada İslam kültürü, merkezde yer alarak etkinliğini büyük oranda korumuş olsa da, ikinci karşılaşmada İslam kültürünün Batı kültüründen etkilenmesi, birincisine oranla daha farklı, sancılı ve sorunlu olmuştur. Birinci karşılaşmadaki ilişki bilgi ve bilim alanlarında yoğunluk arz ederken, ikinci karşılaşmadaki ilişki, ilk dönemdeki gibi sadece bilgi ve bilim boyutu ile sınırlı kalmamış, ayrıca “değer” ler üzerinden de olmuştur.
Osmanlı Devleti, Viyana kuşatmasına kadar Batı kültürü ile askeri alanlardaki temasları hariç, ilmî, kültürel, sosyal ve ekonomik alanlarda her hangi bir temas içinde olmamıştır. Zira Bernard Lewis’in ifadesi ile “Klasik çağların Müslümanlığı için Frenk Avrupa, kendisinden güneşli İslam dünyasının öğreneceği hiç bir şeyi olmayan, pek az korkacağı bir dış barbarlık ve imansızlık kaynağı” dır[1], dolayısıyla Batı’ya da ihtiyaç hissetmemiştir.
Ne var ki Osmanlı ordusunun Batı orduları karşısındaki yenilgileri, Osmanlı devlet adamlarını, önce Batı’nın askerî, daha sonra da teknik ve kültürel alanlardaki üstünlüğünü kabule zorlamış, neticede Osmanlı Devleti’nin kurumlarının yenilenmesine ve bunun için de Batı’dan bazı kurumların alınmasına önayak olmuştur. Bu kurumlarla birlikte Batı kültürü de gelmiş ve belli bir kesim tarafından da benimsenmiştir. Nitekim Türkiye’ye 1806’da gelen ve uzun süre kalan, hatta büyükelçilik unvanını da kazanan İngiliz kökenli Strafford Canning, İslam’ın medenî bir din olmadığını, toplum hayatına bir şey veremediğini, mevcut problemleri çözemediğini, hatta medeniyete ve bilime karşı olduğunu iddia ederek toplum hayatından uzaklaştırılması gerektiği düşüncesini ilk defa seslendirenler arasında yer almış; “Osmanlı İmparatorluğunun, Avrupalılaşması için, İslamiyet’ten ve onun müesseselerinden ayrılmasının şart” [2]olduğunu ileri sürmüştür. Ernest Renan da benzer bir bakış açısıyla 1883’de Sorbonne’da verdiği “İslam ve İlim” adlı konferansında İslam ve ilmin, dolayısıyla İslam ve modern uygarlığın birbiriyle uyuşma halinde olmadığını, çağındaki İslam devletlerinin geriliğinin ve çöküntüsünün yeni fikirleri kabule kapalı bir inançtan kaynaklandığını iddia etmiştir.[3] Bu iddialar, İslam âleminde aktif tartışmaların da adeta fitilini ateşlemiştir.
Bu sebeple Tanzimat’la birlikte Batı’ya açılan Türk aydınının, özellikle pozitivizm, rasyonalizm ve materyalizm gibi felsefi düşüncelerden büyük oranda etkilendiği görülür.[4] Bu etki sebebiyledir ki dinî ilimleri bilen, fakat Batı kültüründen ve biliminden haberdar olmayan din adamlarının yanında İslamiyet’ten haberi olmayan, sadece Avrupa’yı gören ve tanıyan, Batı’lı değerler için çaba gösteren aydın bir zümre de oluşmuştur. Bu iki grup arasında cereyan eden ilmî, fikrî ve felsefi mücadele neticede, XIX. yüzyıl Osmanlı’sının sosyal yapısını düalist bir yapıya dönüştürmüş, eğitimde geleneksel medrese ile yeni açılan Batı tipi okullar, orduda alaylı subaylarla mektepli subaylar, hukukta şer’i ve karma mahkemeler bu düalist yapının ana unsurlarını oluşturmuştur.
Bu sosyal yapı, Türkiye’yi Batılılaştırmamıştır ama etkinliği hatırı sayılır düzeyde olan bir aydın çoğunluğu maalesef oryantalistleştirilmiştir. Türk aydınının oryantalistleşmesi ise kendine özgü yeni bir kimlik ve aidiyet aramasına; karşısındakilere olumsuz bir kimlik atfetmesine sebep olmuştur. Neticede gelenekçi-modern veya ilerici-gerici ayırımı, bu oryantalist anlayışın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu kimlik, batılılaşmayı değil, oryantalistleşmeyi yani kendi toplumunun insanını “Avrupalı gözüyle” seyredip değerlendirmeyi hedeflediği için “biz” ve “onlar” şeklinde bir ayırımla maalesef ikiye bölmüştür. Bu bölünmüşlüğün meydana getirdiği tartışmalarda bir taraf geriliğimizin sebebi olarak İslam’ı suçlarken, diğer taraf da İslam’ı savunma refleksi ile ileri sürülen iddialara cevap verme çabası içinde olmuştur. Ancak verilen cevaplar, proaktif düşünceye dayalı olmaktan ziyade reaktif ve savunmacı bir yaklaşımla olmuş ve İslam’ın terakkiye mani olmadığı görüşü etrafında odaklanmıştır. Öyle ki Ziya Paşa’nın “İslam imiş devlete pabendi terakki, Evvel yoğ idi iş bu rivayet yeni çıktı” beyti, bu savunmacı refleksin adete simgesi haline getirilmiştir
Böyle bir olgunun oluşmasında ve devamında ise mekteplerin ve özellikle edebiyatın önemli role sahip olduğu görülmektedir. Bilhassa Pozitivizmin yaygınlaşmasında ve etkisinin hala devam etmesinde edebiyatın rolü asla inkâr edilemez. Dolayısıyla Batı düşüncesinin edebiyat vasıtasıyla yaygınlaşması, pozitivizmin daha da derinleşmesine sebep olmuş, böylece daha geniş kitlelere ulaşma şansını yakalamıştır. Nitekim din bilim ilişkisi ve medeniyet tartışmalarının zihinlerde bıraktığı tortuları ve sosyal hayattaki izlerini görebilmek için Tanzimat sonrası ve Cumhuriyetin ilk yıllarında yazılan şiir, roman ve hikaye gibi edebi eserlere bir göz atmak yeterli olacaktır. Zira edebi eserler, toplumsal olayları, düşünceleri ve olguları yansıtan bir ayna işlevi görürler. Çünkü edebi eserlerde ele alınan her konunun toplumsal hayatta az veya çok bir karşılığı bulunur. Tevfik Fikret’in “Bilmeden, görmeden iman ettim/ Nefsimi dinime kurban ettim/ Sevdim Allah’ı da peygamberi de/ O olay kaldı bugün hep geride/ Git ara kiliseyi, gez Kâbe’yi/ Dinle tekbiri işit çan sesini/ Göreceksin ki bütün boşluktur/ Umduğun beklediğin şey yoktur…” [5] şiiri buna bir örnektir.
Reşat Nuri Güntekin’in “Yeşil Gece” adlı romanında eski eğitimi kötüleyip yeni eğitimi övdüğü görülür. Nitekim o, bu romanında roman kahramanı Ali Şahin’in Darulmuallimin’e girmeden önce medrese tahsili yaptığını ve bütün medreseciler gibi maddeciliğin etkisinde kalarak şüphe hastalığına tutulduğunu, bu nedenle “ Ben Neyim?” ve “Niza-ı İlim ve Din”[6] isimli eserleri okuduğunu, hatta bu kitaplar ile ilgili olarak bazı görüşmeler yaptığını anlatır; maddeciliğin birey üzerindeki etkisini ve onda meydana getirdiği sorunlara temas ederken de dindar tipleri cahil, riyakâr, menfaatçi hatta düşmanla iş birlikçi veya kaçakçı olarak gösterir. [7] “Hülleci” piyesinde ise bu kavramın istismarını yapar ve hülle üzerinden dinî değerlerle alay eder. Benzer istihfaf, Turan Dursun’un “Kulleteyn” romanında daha belirgindir. “Nur Baba”, “Miskinler Tekkesi” ve “Kadınlar Tekkesi” romanlarında ise, “dinin gündelik hayatımızdan çıkartılıp atılması ve bir kenara itilmesi gerektiği” tezi işlenir ve bu tez de din istismarı söylemleri üzerinden temellendirilmeye çalışılır. Yakup Kadri, “Nur Baba” adlı kitabında, bir inanç ve yaşam biçimi olarak Bektaşiliği ele alır, Fakir Baykurt ise, “Hasret” isimli hikayesinde bir kasaba vaizinin dilinden İslam’ın dünya ve ahiret anlayışını şöyle karikatürize eder:
“Hepimiz ölüp gömüleceğiz. O kara topraktaki oyuntuya girmekten hiç birimiz kurtulamayacağız. İşte orada her şey tersine olacak arkadaşlarım. Siz sadece bu dünyada sabredin. Ama öyle gerçekten sabır. Orayı burayı kurcalamayın. Yarın orada fakirler zengin olacak, zenginler de fakir. Bu dünyadaki zenginleri siz öbür dünyada uşak tutacaksınız. Onlar size eşek gibi hizmet edecekler. Bundan başka Huri kızlardan güzel karılarınız olacak. Tavus kuşunun tüylerinden döşekleriniz, tülden çarşaflarınız olacak. Emrinize çadırlar verilecek, girdiniz mi içerlerine mis gibi güzel kokular duyacaksınız. Karılarınızın elleri pembe pembe parlayacak. Her tafraları balıklar gibi tertemiz. Radyolarınız olacak Tıpkı burada görüp imrendiğiniz sulak çiftlikler gibi çiftlikleriniz olacak.”[8]
Edebî eserlerde yer alan bu olumsuz düşünceler ve eleştiriler, bir şekilde topluma yansımakta, dolayısıyla İslam’a ve Müslümanlara karşı olumsuz düşüncelerin ve önyargıların oluşmasına sebep olmaktadır. Nitekim günümüzde İslamî değerlere karşı gösterilen tepkilerin temelinde, -ateist ve deist propagandaların ve ahlakî erozyonun göz ardı edilemeyecek oranda bir payı olsa da- edebî eserlerde yer alan olumsuz düşüncelerin ve eleştirilerin de bir payı bulunmakta ve bu payın da diğer etkenlere oranla daha fazla süreklilik arz ettiği görülmektedir. Bu nedenle Yüce Rabbimizin “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle, ilimle ve güzel öğütle çağır. (Gerektiği zaman da) onlarla en güzel şekilde mücadele et. Hiç şüphe yok ki Rabbin kendi yolundan ayrılıp uzaklaştığını, kimin de doğru yolda olduğunu çok iyi bilir”[9] emrine uygun olarak yazılan, reaktif düşüncelerden ve ideolojik yaklaşımlardan uzak; proaktif düşüncelere dayalı, konusunu Kur’an’dan, özellikle de ahlak ve etik değerlerden alan ilmî, fikrî ve edebî eserlere ihtiyaç vardır. Zira “söz uçup gidiyor, yazı ise bâki kalıyor” , dolayısıyla etkisi de sürekli oluyor.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çeviren, Metin Kıratlı, Ankara 1970, s.35.
[2] Hüseyin Atay, Memleketimizde İlim ve Din Anlayışı Üzerine, İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XVII, s- 91. Yıl, 1969.( William R. .Polk and Richard L. Chambers, Beginnings of Modernization in the Middle East the Nineteenth Century, 1968 Chicago’dan alınmıştır.)
[3] Celal Kırca, Kuran-ı Kerim ve Modern İlimler, İstanbul 1981, s. 105.
[4] Türkiye’ye pozitivizmin girişini, temsilcilerini ve Türk toplumuna olan etkilerini ayrıntılarıyla öğrenmek için bkz. Murtaza Korlaelçi, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, İnsan yayınları, İstanbul 1986,s. 217-374.
[5] Tevfik Fikret ve Mehmet Akif arasında geçen tartışma ve bu tartışmanın içeriği ile ilgili geniş bilgi için bkz. Hikmet Tanyu, Tevfik Fikret ve Din, İrfan Yayınevi, İstanbul,1972.
[6] J.V Draper, Niza-ı İlim ve Din, Tercüme. Ahmet Mithat, Dersaadet 1313 h. (1-1V)
[7] Reşat Nuri Güntekin, Yeşil. Gece, İnkılap Yayınevi, İstanbul 1995,s. 31-32.
[8] K.H. Karpat, Osmanlıdan Günümüze Edebiyat ve Toplum, İstanbul 2009,s.104
[9] Nahl,16/125.
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…