İletişim, insanlar ve toplumlar arasında duygu, düşünce, bilgi ve tecrübe paylaşımına dayalı etkinliklerin tümü olarak tanımlanabilir. İnsanları, grupları ve toplumları tanıma, anlama, onlarla adil ve medeni ilişkiler geliştirme iletişimin en temel unsurudur. Bu anlamda Müslümanların birbirleriyle olduğu gibi, başka inanç ve kültür mensuplarıyla da bir iletişim köprüsü kurması, kendi değerlerini onlara tanıtması, onların bazı tecrübelerinden yararlanması, kısacası adalet zemininde insani ve medeni ilişkiler geliştirmesi önemlidir.
Tarihsel geçmişi, coğrafi konumu, kültürel birikimi ve günümüzdeki etkinliği ile dikkatleri üzerine çeken Türkiye’nin Batı dünyasıyla geliştireceği iletişimin niteliği büyük bir merak konusudur. 2000’li yılların başından itibaren Türkiye’nin ilgilendiği en önemli konulardan birini Avrupa Birliği’ne giriş ile ilgili hazırlık çalışmaları oluşturmaktadır. İster bir fırsat isterse bizi öz benliğimizden koparacak bir tehdit unsuru olarak değerlendirilsin, Batı’yla iletişim, ülkemizin yüz yüze bulunduğu bir gerçekliktir. Bu durumda bize düşen, iletişim karşıtı ya da taraftarı olmak değil, bu realite karşısında takınacağımız tavırdır.
Batı’yla iletişim sürecinde Müslümanlar olarak “aktif özne” olmayı başaramazsak ister istemez “pasif nesne” konumuna düşeceğimizi bilmemiz gerekir. Öyleyse kaçınılmazlığı kesinleşen bu süreçte gelişmelere kayıtsız kalmak yerine, bilinçli bir tavır belirleyip maddi ve manevi yönden kaybımıza sebep olmayacak bir strateji geliştirmemizde yarar vardır. Batı’yla iletişim, bu gün için Türkiye ile Avrupa arasında rahat ve kolay dolaşım hakkı yanında mesken edinme imkânı da sağlamaktadır. 1960’lı yıllardan itibaren pek çok vatandaşımız tarafından, çalışıp iyi bir geçim standardı yakalamak amacıyla gidilen Batı ülkelerinde zaman içerisinde büyük atılımlar gerçekleştirilmiştir. Bu atılımların bilimsel ve insani bir zeminde sağlıklı bir şekilde devam etmesi, inanç ve kültür değerlerimizi dünyaya açmamızı kolaylaştırabilir.
Müslümanların İslâm dinini, ayrım gözetmeksizin bütün insanlara tanıtma sorumluluğu vardır. Dini literatürde “Tebliğ” ve “Cihad” kavramlarıyla ifade edilen bu görevi yerine getirmek ancak iletişimle mümkündür. Kendi kabuğuna çekilmeyi ve dış dünyaya kapıları kapamayı öngören bir anlayışa sahip milletlerin medeniyet kurması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber, başka inanç mensuplarıyla iletişimin temelini bizzat kendisi Medine’de atmış, bir arada yaşamanın ilkelerini yazılı bir metin ile ortaya koymuştur. Dolayısıyla günümüzde başka milletlerle ve özellikle de Batı dünyası ile iletişim kurmak, o bölgede yaşayan insan gruplarını yakından tanımak ve kendimizi onlara doğru bir şekilde tanıtmak fantezi bir uğraş değil, dini ve evrensel bir gerekliliktir.
Günümüzde Batı’yla iletişim kurma gereğinin şu dört nedenden kaynaklandığı söylenebilir: Birincisi, ülkemizden dış ülkelere göç edenlerin yoğun bir şekilde Batı’yı tercih etmesi; ikincisi, Batı dünyasıyla aramızda yaklaşık on beş asırdır devam eden soğukluk, kırgınlık, güvensizlik ve düşmanlık gibi duyguların yerini iyi niyet ve işbirliğine dayalı ilişkilerin almaya başlaması; üçüncüsü, nüfusu giderek yaşlanan Batı ülkelerinin genç nüfusa sahip Müslüman toplumlar için gelecekte ideal bir vatan olma potansiyeli; dördüncüsü ise, Müslümanlığın bizatihi kendisinin tanışmaktan, açılımdan ve adalet zemininde devam edebilecek sağlıklı bir iletişimden yana olmasıdır. Nitekim İslâm tarihinde tebliğ ve davet ile sağlanmış olan bireysel ve toplumsal ihtida hareketleri, genellikle adalet ekseninde geliştirilen insani ilişkilerle gerçekleşmiştir. Konuya bu açıdan bakıldığında, Batı’yla iletişim kurmanın Müslümanlar açısından önemli bir fırsat olduğu söylenebilir.
Nüfusu giderek azalan Batı’nın gelecekte nüfus sayısı hızla artan Müslümanlara yeni bir vatan olacağı ütopik bir düşünce değildir. Bu düşünceyi Avrupa’ya yaptığım kısa süreli gezide o ülkelerde yaşayan arkadaşlarla paylaştığımda, onların da benzer bir düşünceye sahip olduğunu görmüştüm. Soğuk bir akşam vaktinde Eyfel kulesinin tepesine çıktığımızda, orada nostalji babından biraz kısık bir sesle ezan okumaya başlamıştım. Arkadaşlarımın “Hayırdır Hocam, bu ne aşk böyle!” tarzındaki meraklı ifadelerine; “Pratik yapıyorum, gelecekte burası dünyanın en yüksek minaresi olabilir.” sözleriyle karşılık vermiştim. Onların da “İnşallah Hocam” sözleriyle bu düşünceme can-ı yürekten katılması bu konudaki ümidimi daha da artırmıştı.
Batı’yla kurulacak iletişimde orada yaşayan Müslümanlara önemli görevler düşmektedir. Onların artık kendilerini yabancı değil, oranın kalıcı vatandaşı olarak görmesi gerkmektedir. Batı’da yaşayan her bir Müslüman çocuklarını orada okutup yetiştirmeli, evini orada inşa etmeli ve cenazesini oraya defnetmelidir. Ancak bunları yaparken, kendi öz değerlerini öğrenmeli, bu değerlere yabancı kalmamalı ve ana vatanıyla irtibatını koparmamalıdır. Böylece günümüzle gelecek arasıda köprü kurabilecek nitelikli bir neslin yetişmesi hiç de zor olmayacaktır.
Başka inanç mensubu toplumlarla iletişim, Müslümanlara yabancı gelen bir konu değildir. Her şeyden önce İslâm, iletişim yanlısı bir dindir. Diğer din mensuplarıyla sağlıklı bir iletişim kurmanın engellenmediği İslâm inancında her bir insanın aynı yaratma kanunuyla dünyaya geldiği, herkesin aynı insanlık ailesinin mensubu olduğu kabul edilir. Bu durumda Allah’ın Müslümanlardan istediği, bütün insanları aynı inancı paylaşmaya zorlamak değil; iyi niyetle onları ilahi doğrulara davet etmek, karşılıklı ilişkilerde güven telkin etmek, hayırlı işleri başarmada ve olumsuzluklarla mücadele etmede onlarla güç birliği yapmaktır. (Bkz: Bakara 2/ 4, 285; Âl-i İmran 3/ 64; Mâide 5/ 2; Tevbe 9/ 6.)
Batı’yla iletişim konusuna bir başka açıdan da bakmak gerekir. Değişik inanç ve kültürel değerlere sahip Batı ülkeleriyle kurulacak iletişimin doğuracağı etkileşim, insanımızın inanç ve kültürel değerlerinde bir yozlaşmaya neden olabilir. Yani ava gideyim derken avlanabiliriz. Özellikle eğitim, bilgi, kültür ve tecrübe bakımından yeterli altyapıya sahip olmayan insanlarımızın başkalarını olumlu yönde etkilemesi bir yana, onlar karşısında erime ve günün birinde kendi temel değerlerine yabancı hale gelme tehlikesi vardır. Nitekim yeni nesil ile ilgili böyle bir endişe pek çok kişi tarafından da dile getirilmektedir. Sosyolojide dinî ve kültürel eritim olarak tanımlanan bu durum, iletişim sürecinde tehlikeli bir maceraya dönüşebilir. Öyleyse Batı ülkeleriyle kurulacak ilişkilerde insanımızın eğitim ve kültür düzeyi, kurumlarımızın kalitesi, bilim insanlarımızın sahip olduğu nitelikler, iletişimin birinci aktörleri durumunda olan politikacılarımızın tecrübe ve birikimi, siyasal proje üretmedeki başarıları son derece önemlidir. Kısacası Batı dünyasıyla başlatılan iletişim, gözü kapalı olarak girişilen bir macera değil, çok yönlü düşünce yoğunluğu ve büyük bir vizyon gerektiren önemli bir proje olmak durumundadır.
Sonuç olarak ne Batı’dan korkmalı, ne de Batı’yı korkutmalıyız; insanlıktan, adaletten, temel değerlerimizden ve geleceğe dönük ideallerimizden ödün vermeksizin, sadece Batı ile değil tüm dünya ile adalet zemininde sürdürülebilecek bir iletişimden yana olmalıyız. İnsanlığa gönderilen son dinin inananlarından olmamız, başkalarına söyleyecek sözümüzün bulunması ve tüm insanlık adına sorumluluk duygusu taşımamız bunu gerektirmektedir. Böylece dünyanın pek çok yerinde insanlara zulmeden emperyalist güçlerin etki alanını daraltabiliriz.
Prof. Dr. Hüseyin YILMAZ
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-