Ebedî mesken olur sanma cihân-ı fânî
Kimsenün mülkü degüldür bu harâb eyvânı[1]
Râmî
Seçim sathı mailindeyiz. Ülkemiz Mart ayının son gününde Mahalli İdareler Seçimleri’ni yapacak. Şehirlerimizi idare edecek kadrolar seçilecek. Kimi yerlerde mevcut kadrolar devam ederken, kimi yerlerde de ipi yeni kadrolar göğüsleyecek. Bir seçimde değişim olması işin tabiatı gereğidir. Halkın önüne konulan sandıkta ne tecelli ederse buna tüm taraflar rıza göstermelidir. Rıza göstermeyeceklerse halkın önüne sandık koymanın gereği ne ola ki?
Son on yıldaki seçim süreçleri hep bir hay u huy içerisinde cereyan ediyor. Dolayısıyla yerel seçimlerin ana teması olması beklenen, şehirlerin imar, iskân, çevre, kültür ve toplumsal meselelerinden çok, ülkede son yıllarda iyice belirginleşen iki kampın, karşılıklı ürettiği gerilim seçimlerin havasını/temasını belirliyor. Muhalefet, iktidarın bütün kötülüklerin kaynağı olduğunda, iktidar da kendisinin bütün faziletlerin kaynağı olduğunda ısrar ediyor. Niyetim, bu yazıda mezkûr tartışmaların teferruatına dalıp, haklı-haksız tespit etmek değil tabi ki.
Şurası bir gerçek ki, Batı’da olduğu gibi ülkemizde de, bir nebze de olsa renkli olan siyasi yelpaze, gittikçe çeşitliliğini yitirip yeknesak hale geliyor. Siyasi partiler farklı fikirlerin, farklı paradigmaların (değerler dizisi) kesafet kazandığı; dolayısıyla ülke ve şehirlerin meseleleriyle ilgili farklı çözümlerin öne sürüldüğü yapılar olmaktan hızla uzaklaşıyor ve iki kutupta yoğunlaşmış, son tahlilde bir birinden farklı çözümleri olmayıp “aynı düzeni ben daha iyi sürdürürüm” iddiasındaki kadrolar gündemimizi meşgul edip, zamanımızı da imkânlarımızı da berhava ediyor.
Son birkaç seçimdir ve özellikle önümüzdeki seçime yönelik siyasi propaganda “beka” meselesi üzerinden yürütülüyor. İktidar: “Ülkemizin ‘beka’ sorunu var, eğer seçimden zaferle çıkmazsak ülkemizin geleceği tehlikededir” diyor. Muhalefet ise ısrarla: “Mahalli İdareler seçimlerinin ‘Beka’ ile ne ilgisi var? Sonuçta belediye başkanları ve meclis üyelerini seçeceğiz” diye itiraz ediyor. Onlar bu tez ve karşı tez üzerinden tartışa dursunlar. Biz meseleye farklı bir boyuttan bakmaya çalışalım.
Bir kere şunu tespit etmek gerekir ki, bu âlemde hiçbir şeyin “bekası” söz konusu değildir. Nasıl mı? Ee… Fani bir âlemde yaşayıp da bâki olduğunuza, kurulmuş/kurulacak hükmi şahsiyetlerin de “bâki” olabileceğine inanıyorsanız size söyleyecek sözüm yoktur. Size müsaade var, gidebilirsiniz! Ama her söyleneni hakikat kabul etmiyorsanız ve peşin kabullere karşı mesafeliyseniz, o zaman birlikte yol almaya devam edelim.
Beka: “Ölümsüzlük, sonsuzluk” demektir. Bu âlemde ölümsüz ve sonsuz hiçbir şey yoktur. Zira Kur’an’ı Kerim Rahman suresinde mealen şöyle der: “Üzerindeki(yeryüzünde) herkes/her şey fanidir, ancak Celâl ve İkram sahibi Rabbinin yüzü/zatı bakidir”[2] Kavramın asıl anlamı bakımından baktığımızda, siyasilerin kullandığı “beka” ifadesi, anlam kayması/daralması sonucunda farklı bir manaya işaret etmektedir. Kavramların içinin boşaltıldığı ve asıl anlamlarından hızla uzaklaştırıldığı günümüzde, “beka” kavramının asıl anlamının bilinmesi ve her zaman hatırda tutulması mühimdir. Aksi halde çok ciddi sonuçları olan bir körleşme, hem ferdi hem de ictimai hayatta bütün taşların yanlış yerleştirilmesine sebep oluyor
Devleti Âliye kendisi için: “Devlet-i Ebed Müddet” demiştir. Bundan kasıt hamaset midir, yoksa “İla-yı Kelimetullah” uğruna mücadele yoluyla, ebedi bir saadete/devlete erişmek arzusu mudur? Bunun cevabını işin ehline bırakalım. “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!” denilmektedir. Türkiye cumhuriyetinin kendi hususi şartları göz önüne alındığında, ebedi saadete ermek gibi bir gaye üzerine yapılanmadığına göre, “Devletimiz dünya durdukça var olacaktır” şeklinde –aksi muhaldir zaten- anlaşılabilir bu söz. Bu da bizim devletimiz gibi, her devletin pek tabii arzusudur. Ve bunda tartışmaya mahal teşkil edecek bir durum yoktur.
O halde mesele şudur: Bir devleti var eden ve idamesini mümkün kılacak olan şey nedir?
Bu soruya cevap arıyorsak, o halde İbn-i Haldun’a kulak verelim: “Bilmek gerekir ki mülk/(devlet) iki esas üzerine bina kılınmıştır. Bir mülkte/(devlette) bu iki esasın mevcudiyeti zaruridir. Birincisi asker ve ordu tabir edilen şevket ve asabiyettir. İkincisi, bu ordunun ayakta durabilmesi ve mülkün/(devletin) ihtiyaç duyduğu ahvalin (ve devletin temel masraflarının) görülebilmesi için lüzumlu olan mal ve paradır.“[3] Yani bir devlet için “para ve ordu” olmazsa olmaz iki esastır. Bunlar olmadan mülkün/devletin ayakta tutulması mümkün değildir.
O zaman demek oluyor ki, seçim sathı mailinde siyasetçilerin dillerine pelesenk olan “Devletin Bekası” meselesine buradan bakmak yerinde olacaktır. Şunu açıkça ifade etmeliyiz ki, “Devletin Bekası” şeklinde tabir olunan ayakta kalma meselesi, yabana atılacak bir mesele değildir. Ancak takdir edersiniz ki, bunun yapılacak yerel seçimlerde ipi kimin göğüsleyeceği ile ilgisi yoktur. Elbette böyle bir sorun vardır ve bu meyanda endişeler temelsiz değildir. Daha yakın bir zamanda ABD ve şürekâsı batı ülkelerinin Venezuela’ya ve Devlet Başkanı Maduro’ya karşı takındıkları tavır bu endişeyi doğrulamaktadır. ABD başkanı bir sabah kalkmış ve “Bundan sonra Venezuela Parlamento Başkanı’nı meşru devlet başkanı olarak tanıyoruz.” demiş ve kimi batılı demokrasiler de ona eşlik etmiştir. Bu bağlamda bakılırsa, küresel egemenler karşısında kendi ayakları üzerinde durma kudretini haiz olmayan ve sisteme bağlı bütün dünya ülkelerinin “beka” sorunu vardır. Bu tehlike ile yüzleşmeleri ise an meselesidir neredeyse.
“Endişe temelsiz değildir” demiştim. Ancak, endişe sorunu çözmek için gerek şarttır, ama yeter şart değildir. “Mülkün/devletin iki esası vardır.” demişti İbn-i Haldun. O halde bizim devletimiz özelinde bu iki esası, nazarı dikkate alarak inceleyelim. Paramız ve ordumuz ne durumdadır?
Paramız, küresel finans kapitalin etki alanındaki her yerde olduğu gibi “Borca Dayalı Para Sistemi (BDPS)” İle ve faizli olarak üretilmekte olup, küresel finans sisteminin kontrolündedir. Bizler (ve devletimizi idare edenler) gece uyurken Londra ya da New York’tan, bizim olduğunu düşündüğümüz paranın değeri ile oynanabilmektedir. Kısacası, paramız küresel ağaların bankası olan FED (Fedaral Rezerv Bank)’a bağlıdır.[4]
Devletimizin ikinci esasına atfı nazar ettiğimiz de, orada da durumun “beka” meselesi açısından, paramızdan çok farklı olmadığını görürüz. Zira ordumuz en nihayetinde NATO’ya bağlıdır. Kore harbi ile başlayan NATO üyeliğimizin/bağımlılığımızın ordumuza ve milletimize nelere mal olduğu cümlenin malumudur. 1992 yılında, “Kararlılık Gösterisi-92” tatbikatı esnasında vurulan muavenet gemimizi hatırlatmam sanırım meselenin izahı için kâfidir. Değilse, 15 Temmuz kadük darbe girişiminde NATO’nun etkisi ve ülkemize karşı takındığı tavrı işaret edeyim. O da yetmiyorsa yapacak bir şey yok!
Hülasa, eğer pek tabii olarak, devletimiz dünya durdukça var olmaya devam etsin istiyorsak, o halde iki temel esası sağlama almalıyız. Kendi ürettiğimiz ve kendimizin kontörlünde olan, Borca Dayalı olmayan bir para sistemimiz ve bir de bağımsız bir ordumuz olmalı. Eğer bu iki temel esası sağlama almaya matuf adım atılmıyorsa, söylenenler hamaset ve siyaset stratejisi olmaktan öteye gitmeyecektir.
Söz meclisten dışarı(!), insanoğlu dünyada ebedi kalacakmış gibi yaşamaya meyyaldir. Söz konusu sahip olunan makamlar, servet ve sâman olunca bu temayül daha da belirginleşir. İnsan, bulunduğu halin değişmeyeceğini vehmederek yaşar. Ancak devran dönüp imkânların elinden gitmesi ihtimali belirince korkuya kapılır, kaybetmemek için olmayacak şeyler yapabilir. Oysaki eninde sonunda sahip olduğu her şeyinde elinden gideceği bir gün mukadderdir.
Rivayet odur ki, Muhibbî mahlaslı şair padişahımız Kanuni Sultan Süleyman, yine şairimiz olan Baki’ye bilmediğimiz bir sebepten öfkelenir ve şiirle onu İstanbul’dan Bursa’ya sürdüğünü ferman buyurur. Buyruk şöyledir: “Bakî bed / Azm-i bülend / Bursa’ ya red / Nefy-i ebed”[5] Bakî emri getiren görevli aracılığıyla Kanuni’ye, fermanını geri almasına sebep olan, şu şiirle cevap verir:
N’ola kim nefy-i ebed azm-i bülend olunsa ey Bâkî
Bilesin ki cihân mülkü değil Süleymân’a bâkî
Şâhâ! azminde isbât-ı tehevvür ettin ammâ
Buna fânî dünyâ dirler, ne sen bâkî ne ben bâkî [6]
Şaban ÇETİN
[1] “Ebedi mesken olur sanma fani cihanı/ Kimsenin mülkü değildir bu harap köşkü”
[2] Er-Rahman: 26,27. Ayetler
[3] İbn-i Haldun – Mukaddime: Dergâh Yayınları, Süleyman Uludağ tercümesi
[4] Ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler Prof. Dr. Mete Gündoğan Hoca’nın kitaplarına ve internette mevcut yayınlarına bakabilirler.
[5] “Bakî kötü/ Yüksek kararım/ Bursa’ya (gitsin)/edebi ebedi sürgün”
[6] “N’ola ki ebedi sürgün yüksek karar olunsa ey Bakî/ Bilesin ki cihan mülkü değil Süleyman’a baki (sonsuz)/Şahım! Kararında kızgınlığını isbat etin amma /Buna fani dünya derler, ne sen bakisin ne de ben bakiyim”
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi
Uretim uretim uretim