islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4888
EURO
36,2725
ALTIN
2.958,62
BIST
9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
8°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

“BEN DE İMAMIM”

“BEN DE İMAMIM”
19 Eylül 2023 09:20
A+
A-

1970’li yıllar. Bir hafta sonu, Ordu’dan Ankara’ya  gitmem  icabetti.   O yıllarda  çok az sayıda otobüs şirketlerine ait bilet satış yerleri vardı. Bilet almak için satış yerlerine gittiğimde,  sadece bir firmaya ait otobüste 42 numaralı koltuk boştu. İstemeyerek de olsa o numaraya razı oldum ve biletimi aldım. Otobüs hareket etmiş ve  Perşembe’ye gelmişti. Yol kenarında durdu ve  orta yaşlarda, saçı biraz dökülmüş, fakat kılık kıyafeti çok düzün bir adam, arka kapıdan otobüse bindi. “42 numara neresi?” diye sordu. Ben de “Burası” dedim.  “Orası benim yerim, lütfen yerimden kalkar mısınız?” dedi.” Ben de  “Ne münasebet  burası benim yerim, işte biletim” dedim.  Adam, “ Bu da benim biletim, 42 numara yazıyor” diye karşılık verdi. Meğer ona da aynı koltuğu satmışlar. Aramızda ufak bir tartışma oldu. Bileti satan adam yanımıza geldi ve  bazı mazeretler ileri sürerek aramızı bulmaya çalıştı ise de bulamadı. O adam; “Ben Ankara’ya gitmek zorundayım, inmem” diyor, ben de, “Senden önce  ben bindim, benim de Ankara’ya gitmem gerekiyor, inmiyorum” diye cevap veriyordum.  Sonunda o adam arkada bulunan küçük buzdolabının üzerinde Samsun’a kadar gitmeye razı oldu ve  tartışma da  böylece sona ermiş oldu.

Hoş sohbet bir adamdı ve güzel konuşuyordu. Kendisi avukatmış, Ankara’da kalıyormuş, bir müvekkilinin işi için Perşembe’ye gelmiş, ilk defa Karadeniz’e geliyormuş ve buraları  çok beğenmiş. Bu arada ben ona; “Sen benden yaşlısın, ben daha gencim. Gel yerleri değişelim” dedim ve oturduğum  yerden kalkarak   koltuğu ona verdim.  O da teşekkür ederek bu jestimden  çok  memnun kaldığını ifade etti.

Adam çok konuşan biri idi, susmak bilmiyor, ha bire konuşuyordu. Yaptığı nükteler, arka sıralardaki yolcuları, kahkahalara boğuyordu. Sanki  bir komedyeni dinliyorduk. Anlattıklarından bir şey dikkatimi çekmeye başlamıştı. Hep Hıristiyan din adamlarından söz ediyor ve onları övüyordu, ama imamlara  gelince onları kötülüyor; onlarla dalgasını geçiyor, ne cahilliklerini bırakıyor ne de görgüsüzlüklerini. Sık sık imam ve hoca fıkraları anlatıyordu. Bundan son derecede rahatsız olmuştum. Bir şeyler söylemek için müsait ânın gelmesini bekledim. O ân da çok geçmeden geldi. Yine bir imam fıkrası anlatmış, herkesi güldürmüştü. Benim gülmediğimi ve suratımın asık olduğunu  görünce  yüzüme şöyle  bir baktı, “Sahi sen ne iş yapıyorsun?” dedi. “Ben de imamım”, dedim. Öyle bir kahkaha attı ki otobüsteki bütün yolcular geriye dönüp baktılar. Espri yaptığımı sanmıştı. Ben de “Gerçekten imamım” dedim ve öğretmen kimliğimi çıkartıp gösterdim.

“Din Bilgisi öğretmeniyim, ama ara sıra da olsa imamlık yapıyorum” dedim. Birden mosmor kesildi ve sustu ve bir müddet  bu  suskunluk, devam etti. Bu suskunluğu ben bozdum  ve  ona  nerelerde okuduğunu sordum. Bu sefer gayet ciddi bir eda ile liseyi İstanbul Avusturya Lisesi’nde, üniversiteyi de Ankara Hukuk Fakültesi’nde okuduğunu söyledi. İkinci soru olarak da ona, “Bir camiye gidip de her hangi bir imamla tanıştın mı?” dedim. O da; “Hayır gitmedim ve bir imamla da tanışmadım” dedi. Bunun üzerine, “Avusturya Lisesinde okurken papazları tanıdın, ama camiye gidip de bir imamı tanımadın. Tanımadığın imam hakkında nasıl böyle konuşabiliyorsun?” dedim.

Sonra da ona şu tavsiyede bulundum. “Mademki Ankara’da ikamet ediyormuşsun. Ya Diyanet İşleri Başkanlığı’na git onları tanı, ya  İlahiyat Fakültesi’ne git onları tanı, ya da bir camiye git imamı tanı,  sonra  da  imamlar hakkında konuş. Bilmeden, tanımadan önyargı ile konuşmak, hele onlarla alay etmek, dalga geçmek senin gibi aydın bir adama yakışmıyor” dedim.

Bu konuşmadan sonraki yolculuğumuz, eskisi gibi neşeli ve bol kahkahalı olmadı. Sakin ve suskun bir tavır içinde Samsun’a geldik. Ben orada inmek istesem de avukat, buna razı olmadı, kendisinin ineceğini söyleyerek otobüsten indi. Ben de  yerime geçip oturdum.

Kendi hoca oğlu ve yarım hafız olmasına rağmen, din adamalarını, özellikle de imamları çok eleştiren bir köylüm vardı. Sıbyan mektebinde  birlikte okumuştuk. 1970’li yıllarda Almanya’ya işçi olarak gitmişti ve yıllık izinlerinde hiç  aksatmadan da  köye gelirdi.  Bu vesile ile sık sık bir araya gelir, sohbet ederdik. Sert bir mizaca sahipti. Yanlı ve taraflı baktığı için de  kesin inançlı idi. Herkesi eleştirirdi ama, imamları daha çok  tenkit ederdi. Gerçi yaptığı eleştirilerde haklılık payı vardı, ama insaf sınırlarını zorlayan bir üsluba sahipti. Bu nedenle yaptığı eleştirileri abartılı bulurdum. Yıllık izinlerinin birinde  köye geldiğinde bir şey dikkatimi çekmeye başlamıştı, eskisi gibi imamları pek eleştirmiyordu. Eleştirse de ölçüyü kaçırmıyordu. Ne oldu da o katı tavrı yumuşamıştı? Meraklanmıştım. Merakımı gidermek için ona “Daha önce din adamalarını ve imamları eleştiriyordun, bakıyorum şimdi onlar hakkında o kadar sert konuşmuyorsun? Ne oldu? Sen mi değiştin, yoksa eleştirmekten mi yoruldun?” dedim. Bunun üzerine o, “ Azizim, hatamı zamanla anladım, öyle olur-olmaz şeyler yüzünden eleştirmemeye karar verdim” dedi.

Ben de “Çok güzel, iyi de yaptın, ama sebebi ne?” diye de sormaktan kendimi alamamıştım. Şunları anlatmıştı: “Ben Almanya’da bir Alman’ın evinde pansiyoner olarak kalıyorum. Aralık ayının son günleriydi, işten çıkmış eve geliyordum. Yolda yürürken önümde ev sahibimi gördüm. Elinde bir kaç paket vardı ve zor taşıyordu. Yanına vardım ve “Yardım edeyim” dedim, o da kabul etti. Elindeki paketlerden bir-iki tanesini aldım. Evine yakın bir yerde küçük bir kilise vardı. Oraya vardığımızda bana, kendisinin kiliseye varıp papazla görüşeceğini söyledi. Beraber kiliseye kadar yürüdük. Kilisenin kapısına varınca ellerimizdeki paketlerden iki tanesini seçti ve birisinin üzerine kızının, diğerinin üzerine de oğlunun adını yazdı. Diğer paketleri bana bırakarak, isim yazılı o iki paketi alarak kiliseye girdi.

Bir müddet sonra kiliseden çıkarak yanıma geldi. Elinde o paketler yoktu. Ona, “Paketleri unuttun galiba” dedim. O da “Hayır, unutmadım, Onları papaz efendiye bıraktım” dedi. Ben de “ Neden?” diye sordum. O da bana “Onlar çocuklarıma aldığım yılbaşı hediyeleriydi, papaza bıraktım.  Yılbaşı gelince çocuklarımla papaz efendiyi ziyarete gideceğiz. Ziyaretine geldiğimizde aldığım o hediyeleri papaz efendinin çocuklarıma vermesini, istedim”. Bu söz üzerine ben “Neden aldığın hediyeleri sen vermiyorsun da papaza verdiriyorsun?” dedim. O da bana “Hediyeleri ben verirsem, çocuklarım sadece beni sever, ama aldığım hediyeleri papaz efendi verirse, çocuklarım hem beni, hem de papaz efendiyi sever. Böylece onlar, hem hediyelerini almış olurlar, he de hediyelerini papazın elinden aldığı için ona karşı sempati duyarlar” diye cevap verdi.

“Ben ne zaman  bir hocayı veya imamı eleştirmeye  kalksam, aklıma  hep ev sahibimin bu davranışı geliyor. O zaman içimden, ‘Bu Alman, çocuklarına papazı sevdirebilmek için, aldığı hediyeyi bile ona verdiriyor, ben ise  insanları  din adamlarından soğutmak için  ağır eleştirilerde bulunuyorum. Galiba yanlış yapıyorum’ derdim. Zamanla bu fikre alıştım ve sonunda, bazı imamların hatalarına bakarak  bütün hocaları ve imamları eleştirmekten vaz geçtim, sadece hata edenlerin hatalarını eleştirmeye  ve  bunda da  ölçülü ve dengeli olamaya karar verdim. Sebebi bu.”

İşte size biri meslek dışından, biri de -kısmen de olsa- meslek içinden iki  eleştiri örneği.  Din adamları da,  imamlar da elbette ki her insan ve her meslek sahibi gibi eleştirilebilir, ancak bu eleştirilerin, ölçülü ve dengeli olması gerekiyor.  Zira çoğu zaman  kötü örneklerden hareketle bütün bir camiayı töhmet altında bırakacak genellemeler yapılıyor.   Bazen bu tür eleştirilere bakıyorum da ‘Ben bunun neresindeyim?’ diye sormadan edemiyorum. Bu eleştirilerde  kendime bir yer arıyorum,  ama bulamıyorum. O zaman diyorum ki  bu eleştirilerin amacı galiba “Üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek.”  Belki de bu nedenle bağcıyı dövme amaçlı eleştiriler, umulan faydayı vermiyor.  Şayet  eleştirilerden bir fayda  bekleniyorsa, şahıslardan ziyade Hz. Peygamber’in yaptığı gibi hataları ve yanlışlıkları  eleştirmek gerekiyor.

M.C. Bâki

 

ETİKETLER: İMAM, Manşet
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.