islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4690
EURO
36,3690
ALTIN
2.962,53
BIST
9.277,71
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Az Bulutlu
9°C
Pazar Az Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
11°C

Bir Ârife Soralım: Halkın Manevî Sağlığı Ne Zaman Bozulur?

Bir Ârife Soralım: Halkın Manevî Sağlığı Ne Zaman Bozulur?

Soru: Hocam! Herkes birbirine şikâyet eder hâle geldi. Toplumda güven ve huzur azaldı. Hemen herkes nefsine mağlup olmuş durumda. Her çeşit rezillik boy gösteriyor. Bunlar halkın bozulduğuna dair işaretler olmalıdır. Ne dersiniz?

Ârif: Evet, maalesef tespitlerin doğrudur. Halkın maneviyatı yani Allaha karşı manevî sorumlulukları azalırsa bu durum sosyal hayatımızı da olumsuz yönde etkiler.

Soru: Manevî sorumlulukların azalmasını aynı zamanda manevî hastalıklar olarak da ifade edebiliriz, değil mi?

Ârif: Evet, haklısın.

Soru: Peki manevî hastalıkları nasıl tanımlardınız?

Ârif: Maraz-ı Kalbî yani kalp hastalıkları olarak da bilinen manevî hastalıklar, nefsaniyete düşkünlükten ve buna binaen manevî sapmalar neticesinde birçok günah işlemekten dolayı özelde kişinin, genelde toplumun düşünce, tutum ve davranışlarında meydana gelen ahlâkî bozulmalardır. Manevî hastalıklar, tövbe ve istiğfar etmemenin bir sonucu olarak işlenen günahların kalbi manen lekelemesinden sonra isyana, inkâra, suç işlemeye giden yolların açılmasını kadar varan tehlikeli ruhî musibetlerdir.

Soru: O halde manevî hastalıklar, dünya ve ahiret hayatımızı da tehdit eden tehlikeler midir?

Ârif: Evet, aynen. Manevî hastalıklar, imanı zedeleyen, iman nurunu alan, küfre ve şirke yol açabilen ve ibadet gibi salih ameller ifa etmeyi engelleyen kalp ve ruh yaralarıdır. Manevî hastalıklar, nefis mekanizmasını kontrol altında tutamama sonucunda kalbe giren yanlış Bâtıl görüşler ve inançlar ile ortaya çıkar ve insanın hakikati, doğruyu ve gerçeği görmesine mâni olur. Çoğu zaman bilerek veya bilmeyerek, gizli veya alenî olarak tekrarlanan günahlar sayesinde kalp ve ruhlar ciddî anlamda yara alır. Bu da hem dünya hayatımızı sarsar, beşerî münasebetlerimizi bozar, toplumsal huzurumuzu zedeler, hem de bizi ahirette, mahşerde hesap vermemizi epey zorlaştırır.

Soru: Kur’ân bu konuda bize bazı bilgiler veriyor mu?

Ârif: Elbette. Kur’ân, bedenî hastalıklardan daha ziyade inanç bağlamında kalplerdeki manevî hastalıkları önemli bir hastalık olarak görür. Mesela şu âyet, bu bağlamda enteresandır: “Münafıkların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların bu hastalığını çoğaltmıştır.”[1] Bu âyet, inanmadıkları hâlde sahte imanlarıyla inananları aldattıklarını zanneden münafıkların hastalıklarını, kalbî olduğuna işaret eder.

Soru: Manevî hastalıklar, sadece münafıklıkla mı sınırlandırılmalıdır?

Ârif: Hayır. Manevî hastalıklar, derece derecedir. Ama bunların başında nifak yani münafıklık, küfür yani tevhit inancından uzak olmak ve Allah’a şirk koşmak gelir. Ancak zulmetmek, günah işlemek, kibirlenmek, azgınlık içinde bulunmak, marifetten yoksun yaşamak yani Allah’ı gereği gibi tanımamak, nefsi ilahlaştırmak gibi hasletler ve kaymalar, mutlak olmamakla beraber, değişik boyutlarda manevî hastalıklara yol açabilir.

Soru: Hocam; Manevî hastalıkların en büyüğü olan küfür, nifak ve şirk hastalalıklarından Allah bizi korusun. Zannederim Müslümanların manevî hastalıkları genelde günahlardan oluşmaktadır. Ne dersiniz?

Ârif: Nefsine uyup da dinen yasak olan bir şeyi yapan iman ehli kişi, sadece günah işlemiş olur. Ancak İslâm âlimleri, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmemek, namaz kılmamak gibi farzları yerine getirmeme hususları, amelî bir küfür, yani dinden çıkarmayan itikadî küfür olarak görmüştür. Her ne kadar küçük küfür ve şirk gibi algılanan günahlar, kişiyi dinden çıkarmasa da, dünyevî veya uhrevî bir azaba müstahak kılar. Zina, faiz, hırsızlık, içki gibi büyük günah işleyenler, dinden çıkmaz ama bunlara mümin yani şuurlu Müslüman da diyemeyiz belki de bunlara gaflet içinde olan Müslümanlar diyebiliriz. Çünkü iman, kâmil anlamda kalplerine yerleşmiş olsaydı, bu günahları işlememiş olurlardı.

Soru: Peygamberimizin (sav) bu hususta bir uyarısı var mıdır?

Ârif: Vardır. Peygamberimiz (sav); şirk koşmama, hırsızlık yapmama, zina etmeme, evlatları diri diri gömmeme, iftira atmama üzere sahabeden biat alırken, günahlarla ilgili olarak şunları dile getirme ihtiyacı duymuştur: “Bunlara kim riayet ederse onun mükâfatı Allah’a aittir. Bunlardan birini işleyen olur da dünyadayken cezalandırılırsa, o ceza kefaret olur. Kim de bir günahı işler ve Allah onu örterse durumu Allah’a kalır. Dilerse af, dilerse ceza ile karşılık verir.”[2]

Soru: Müslüman bir toplumda manevî hastalıkların yaygın olması ile birlikte C. Hak, rahmetini o toplumdan çeker mi?

Ârif: Çekebilir.

Soru: Peki, özellikle hangi manevî hastalıkların yoğun olduğunda Allah, o toplumdan Rahmetini esirger?

Ârif: Allah’ın inayet ve koruma kapısının halkın yüzüne kapatılmış olmanın risk sebepleri bir çoktur. Mesela toplumun ekseriyeti C. Hakkın nimetlerinden faydalanır, ama şükrünü eda etmez. Dünya için de olsa ilim öğrenir, ama keyifleri için amel etmez. Günaha girer ve tekrarlar, ama tövbeyi erteler. Salih kişilerle sohbet eder, ama onların tavsiyelerine uymaz. Cenazelerini toprağa verir, ama bundan ibret almaz. Dünya kendilerine yüz vermez, ama yine de onun peşinden ayrılmaz. Ahiret yüzlerine güler, ama buna rağmen onlar bunu görmezlikten gelir. Faizin haram olduğunu bilir, ama yine onunla ticarî işlemler yapar. Yöneticiler zulüm uygular, ama gördüğü halde susar. İşte bütün bu örnekler, sadece o toplumu Allah’ın rahmetinden uzaklaştırmaz belki de Allah’ın gazabını dahî çelebilir.

Soru: Allah korusun Hocam; O halde ne yapmalıyız? Ümitsizlik içinde mi olalım büsbütün?

Ârif: Hayır. Asla. Ahirete inanan, fakat İslâm’ı yaşama konusunda nefsine söz geçiremeyen bir kişinin yakalanacağı ilk manevî hastalık zaten yeistir. Nice psiko-somatik hastalıkların kaynağı durumunda olan ümitsizliği oluşturan unsurların başında emele ve arzulara erişememek, hayatın kararsızlıkları, belirsizlikleri ve zorlukları, hayal kırıklığı ve adalete dayanmayan bir hukuk ve sosyal sistem gelir. Yeisin kişi üzerindeki olumsuz etkileri saymakla bitmez. Ümitsizlik, kişinin huzurunu kaçırır, insanı kalben ve ruhen manevî bir cehenneme düşürür, sıkıntı kaynağı olduğu için kişiye şiddetli ıstırap verir, ahlâksızlığı, yalnızlık hissini, endişeyi ve korkuyu doğurur, tembelliğe yol açar, kişiyi sadece kendi menfaatlerini düşünen bencil ve egoist bir insan yapar, zafiyet ve zillet marazları doğurur ve neticede kalplerdeki hastalıkları büsbütün ziyadeleştirir ve toplumsal yapıyı daha da bozar.

Soru: Hocam; özelde ümitsizlik belasından, genelde manevî hastalıklardan nasıl kurtulabiliriz?

Ârif: Bu hastalıklara düşen Müslümanlar, Cenab-ı Hakk’ın keremini, ihsanını, affını hatırlamalı ve O’nun rahmetinin bütün günahları örtecek kadar geniş olduğunu düşünmelidir. Tövbe edip manevî gayretle ibadetlerine sarılmalarını ve sosyal sorumluluklarını Allah rızası için yerine getirmelerini tavsiye edebiliriz. Kur’ân-ı Kerim’de tam da bu noktaya parmak basarak, şu ferahlatıcı açıklamaları yapar: “De ki: Ey (günah işleyerek) kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak ki Allah (tövbe edenlerin) bütün günahlarını bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve esirgeyendir.”[3] Bu âyeti dikkate alan şuurlu bir Müslüman, kendisini “mutlaka cehenneme gidecek birisi” olarak görme hastalığından kurtulur, yeis âfetinden uzak kalır ve inşallah toplumun sağlıklı bir ferdi olarak manevî ve sosyal sorumluluklarını layıkıyla yerine getirir, vesselâm.

Prof. Dr. Ali SEYYAR


[1] Bakara: 10.

[2] Buhari, Ubade b. Samit’den.

[3] Zümer: 53.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.