Soru: Hocam! Biz Müslümanlar, Kur’an-ı Kerim’e kalben iman ederiz ve okuruz. Ama Kur’ân’ın gerçek önemini ve ilahî boyutunu tam olarak herhalde bilmiyoruz. Hakikat ve hikmet boyutuyla Kur’ân nedir?
Ârif: Kur’ân, aynı kaynaktan gelmiş olması hasebiyle kendinden önce indirilmiş olan kitapları doğrulayan ve tamamlayan bir ilahî bir kitaptır. Vahiy zincirinin son halkasını teşkil eden Kur’ân, hem lafız, hem de anlam yönüyle Allah kelamıdır. Cenab-ı Hakk’ın kelâmına yani sözüne hudut konulamaz. Kelâm, gerçek anlamını da içinde barındırır. Yani ilahî kelâma hudut olmadığı gibi Allah’ın sadece kelâmıyla işaret ettiği anlama bile sınırlandırmak mümkün değildir.
Soru: Hocam! Konuya girer girmez çok ağır olmadı mı bu açıklamalarınız? Tam anlayamadım. Biraz açar mısınız?
Ârif: Haklısın. Şunu ifade etmek istedim: Bir insan, kendi anlama kapasitesine ve ilmî kabiliyeti nispetinde Kur’ân-ı Kerîm’i ancak anlayabilir. Hz. Mevlana, bu tespitimizi çok güzel izah edebilmiş. Diyor ki, “Kur’ân’ı gözüyle okuyan, yazıları görür. Kur’ân’ı aklıyla okuyan, ilmi görür. Kur’ân’ı kalbiyle okuyan, aşkı görür. Kur’ân’ı ruhuyla okuyan, Rabbini görür.” Bu yönleriyle Kur’ân, Peygamberimiz (sav) vasıtasıyla bütün insanlığa gönderilmiş ve kıyamete kadar geçerliliğini koruyacak mucizevî bir kitaptır.
Soru: Şimdi anladım. Demek ki okumaktan okumaya fark var. Bu konu, insanın idraki ile ilgili bir şey olmalıdır. Peki, en güzel bir şekilde Kur’ân’ı okumak ve anlamak nasıl mümkün olur? Bunun için ne yapmalıyız?
Ârif: İdrakin artabilmesi için, bir Müslüman, şahsî gayretiyle iradesini okumaya yoğunlaştırmalıdır. Kur’ân-ı Kerîm’den feyiz alabilmek için, ilk önce samimî bir şekilde yeniden iman edilmeli ve Allah’ın kitabı gönülden okunmalıdır. Kim olursa olsun, Kur’ân’ın feyzinden istifade etmek isteyen birisi, mutlaka onu benimseyerek okumalıdır.
Soru: Peki, Kur’ân’ı okumaktan murat nedir?
Ârif: Gayemiz, bizi yaratan, bizi seven Allah’la konuşmaktır, O’nunla sohbet etmektir tabiî ki. O sohbet, kulun Rabbi’si ile mülaki olması demektir. Şuurlu Müslüman, bunu düşünür ve aslında Kur’ân-ı Kerîm’i okurken, ne büyük bir nimete nail olduğunu fark eder ve bu süreçte kelâmın anlamı da kendisine verilir.
Soru: Yani bu manevî duygular ile bir Müslüman, Kur’ân’ı okursa kalbine ilham mı gelir demek istiyorsunuz? Bu nasıl olur böyle?
Ârif: Şuurlu Müslüman, Kur’ân’ı okurken, kendini aradan çıkarır. Eûzübesmeleyi çektiği andan itibaren adeta Cenâb-ı Hakk’ın kelâmı için, vücudunu vakfeder, huzur-i ilâhîyede eriyen bir mum gibi kendini kaybeder. Çok merhametli Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna bak ki, Kur’ân okuyan birisinin ağzından kelâmını söyletiyor. İşte şuurlu Müslüman, bunun idrakiyle böyle bir lütfa mazhar olduğun için, içinden Rabbine hamd-u sena duygularıyla niyazda bulunur.
Soru: Hocam! Ben, sizin tavsiye ettiğiniz biçimde Kur’ân’ı okuyorum ve galiba feyiz alıyorum. Çünkü bir keresinde Duhâ (93) sûresinin 7. âyetinin mealine baktığımda “Ve vecedeke dâll’en fehedâ” âyet-i kerimesinin “Seni hidayetten habersiz bir halde bulup da hidayete iletmedi mi?” şeklinde tercüme edildiğini gördüm. Ve bunun isabetli olarak tercüme edilmediğini düşündüm. Bir şeyin burada yanlış olduğu hissine kapıldım. Peygamberimizin (sav) hidayetten mahrum olduğu ve hidayete iletildiği ifadesini kalben doğru bulamadım. Doğru düşünüyor muyum?
Ârif: Çok güzel bir noktaya temas ediyorsun. Aferin sana.
Soru: Peki bu âyetin gerçek anlamı ve hikmeti nedir?
Ârif: Bazı müfessirler bu âyeti “Seni dinî hükümlerden habersiz bulup vahyederek dosdoğru yola eriştirmedi mi?” şeklinde anlar. Hakikatte C. Hak, Hz. Muhammed’i (sav) ezelde peygamber olarak yaratmış ve tayin etmiştir. Peygamberimiz (sav) hakkında “hidayete iletildi” diye hiç meal verilir mi? Kur’ân-ı Kerîm’de geçen kelimelere anlam verilirken, mutlaka Kitabın tamamında o kelimenin başka şekilde kullanılışına da müracaat etmek gerekir. Bu yönüyle Kur’ân, aslında kendini tefsir eder. Âyette geçen “dâll’en” tâbirine gelince. Sûre-i Yusuf’un (12) 95. âyetinde de aynı kökten gelen “dalâl” geçer. “Kâlû ta(A)llâhi inneke lefî dalâlike-lkadîm.” Bu âyet, “Yanındakiler: Allah şahittir ki, sen eski şaşkınlığında devam ediyorsun! dediler.” şeklinde tercüme edilir. Bilindiği üzere Hz. Yusuf, Mısır’dan gömleğini Kenan’da bulunan babasına gönderdiği esnada, babası Hz. Yakup (as) yanındakilerine “Ben kesinlikle Yusuf’un kokusunu alıyorum. Eğer bana bunak demeseydiniz, (beni tasdik ederdiniz)” (94) demişti. İşte bunun üzerine Peygamber Hz. Yakup’un ümmetinden olan kişiler, ona “sen hâlâ eski şaşkınlığında devam ediyorsun!” dediler. Burada yer alan “”dalâl” kelimesi, hiçbir surette sapkınlık veya hidayetten mahrum olmak manasında anlaşılmamıştır. Çünkü bir Peygamber olan Hz. Yakup, nasıl olur da hidayetten mahrum olabilir.
Soru: Hz. Yakup’un (as) hâli, “dalâl” ile açıklanmış. Bu hâl, hasretini çektiği evladı Hz. Yusuf’a karşı beslediği sevgiden kaynaklanan bir şaşkınlık olmasın?
Ârif: Evet, doğru düşündün. “Dalâl” kelimesi, ne yaptığını bilmeyecek kadar muhabbet üzere olmak, muhabbetinden dolayı etrafına aldırmamak demektir. O halde Duhâ süresindeki âyetin tefsiri mealen “Sen Rabbine muhabbetinden dolayı bir coşkun hâl üzereydin. C. Hak, sana vuslatını ve Kendisine kavuşacağın sırat-ı müstakimini göstermedi mi?” şeklinde ifade edilebilir. Çünkü Hz. Muhammed (sav), peygamber olmadan önce yani insanlığın dalâlet içerisinde bulunduğu cahiliye döneminde bile putlara hiç tapmadığı gibi Hz. İbrahim tarafından temsil edilen tevhit esasına dayalı hak din olan hanîfliğe tâbi olmuştu.
Soru: Hocam! Çok üzgünüm ama sohbetimizi burada bitirmeliyiz. Sizden son olarak bir değerlendirme alabilir miyiz?
Ârif: Kalplerimizi iman nuruyla ziynetlendiren, Kendisini ve sırat-ı müstakimini külfetsiz ve ücretsiz biz kullarına bahşeden Kendisine kul, habibine ümmet eyleyip Kur’ân-ı Kerîm’inde “müminler” diyerek, bizlere hitap eyleyen Cenâb-ı Hakka hamd ü sena olsun, vesselâm.
Prof. Dr. Ali SEYYAR