Bir bela ve musibete toslayanlar sormalı: neden biz bu bela ve musibete maruz kaldık? Nebevî çizgide olduğumuzdan dolayı mı, yoksa nebevî çizgiden saptığımızdan dolayı mı?
Bir bela ve musibete toslayanlar sormalı: neden biz bu bela ve musibete maruz kaldık? Nebevî çizgide olduğumuzdan dolayı mı, yoksa nebevî çizgiden saptığımızdan dolayı mı? Diğer bir ifade ile doğru yaşadığımızdan dolayı mı, yoksa doğruluktan saptığımızdan dolayı mı? Bu iki sebepten dolayı da insanın başına bela ve musibet gelebilir. Birinin çaresi sabır ve duadır, diğerinin çaresi de tevbe ve istiğfardır.
Nebevî çizgide olduğumuzdan dolayı bela ve musibetler gelip bizi bulduysa ne ala, sevinelim. Allah sevdiği kullarını da bazen en ağır sınava tabi tutabilir ve tutmuştur. Nitekim hadis-i şerifte bu hakikat şöyle dile getirilmiştir: “İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela peygamberlerdir, sonra derecelerine göre onlara benzeyenler (veliler ve salihler) gelir. Kişi dinine göre bela ve imtihanlara maruz kalır. Eğer dine bağlılığı varsa, belası daha da artar. Fakat dininde gevşek yaşıyorsa ona göre musibetlerle karşılaşır. Kişiye belalar gelir gelir de artık onun üzerinde hiçbir günah kalmaz.”[1][1]
Dünya kâfirlerin, zalimlerin cenneti, hakiki müminlerin de zindanı ve cehennemidir. Ahiret de ebediyyen hakiki müminlerin cenneti, kâfirlerin ve zalimlerin cehennemi olacaktır. Biz bu hakikati şu hadis-i şeriften öğreniyoruz: “Dünya müminin hapishanesi, kafirin de cennetidir.”[2][2]
Nebevî çizgiden saptığımızdan dolayı bela ve musibetler gelip bizi bulduysa, ağlayalım; hangi noktalarda hata yaptıysak onlardan tevbe edelim, geri dönelim, kendimizi affettirmenin mücadelesini verelim. Dünya açısından kaybetsek de ahiret açısından kazananlardan oluruz. Çünkü “musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın da başlangıcıdır.”[3][3]
Mümin ve Müslüman olduğumuz halde yanlış yaşadıysak, ilahi kural ve kaderi inciten havalara girdiysek, Allahın rızasını geri planlara attıysak, haksızlık yaptıysak, zalim olduysak, çalıp çırptıysak, haram yediysek, dinin kurallarından taviz verdiysek, bunların sonucu olarak bela ve musibetlere çattıysak ağlayalım. Ağlayalım ki bu göz yaşları, yeniden rahmetin ve nimetin gelmesine, bela ve musibetin de defolup gitmesine vesile olsun.
Bir üçüncü zümre daha var ki asıl ağlayacak ve hallerine ağlanacak kimseler onlardır. Kimdir onlar? Yalancılar, nemmamlar, söz taşıyanlar, fasıklar, müfsitler ve müfterilerdir. Bunlar iftira attıkları, yalan yere şahitlik yaptıkları, hasedlerinden dolayı hazmedemediklerinin kuyusunu kazdıkları, ihbar, ifsat ve iftira ile kimi masum insanların hastaneye, kiminin hapishaneye, kiminin kabristana düşmesine sebep oldukları, insanların işinden, aşından, eşinden ve çocuklarından mahrum kalmasına, bir kısmının intihar etmesine, yuvasının dağılmasına vesile oldukları halde herhangi bir bela ile karşılaşmamışlarsa şunu çok iyi bilsinler ki bu hal onlar için en büyük bir beladır. Herkes unutsa Allah onları ve yaptıklarını unutmayacaktır. Allah mühlet verir, ama ihmal etmez. “Ben onlara mühlet veriyorum. Şüphesiz benim tuzağım pek şiddetlidir.[4][4] Buyuruyor.
Bir gafil Hz. Musa’ya (as) demiş:
-Git, Rabbine söyle; bunca yıldır ben Ona isyan ediyorum, O benim belamı hala vermedi. Musa (as) secdeler kapanmış, bu meselenin sırrını Allah’tan öğrenmek istemiş. Allah, Musa (as) bildirmiş:
-Ey Musa! Ben belanın en büyüğünü ona verdim, ama o bunun farkında değil. İradesini yanlış kullanmasından dolayı ben onu benden mahrum ettim, beni bulamıyor, ibadet ve taatte bulunamıyor. Bundan daha büyük bir bela olur mu? Böyle bir hayatın neye mal olacağını yakında anlayacak o?
Hiçbir devirde gafillerin, yalancı muhbirlerin ve müfterilerin yaptıkları yanlarına kalmamıştır ve kalmayacaktır. Böyleleri eğer tevbe etmez, özür dilemez, haklarına girdiklerinden helallik istemezlerse manevi canipten gelecek taşlara hazır olsunlar.
Eğer bu akıbetten korkuyorsak ve daha korkunç akıbetlerle karşılaşmak istemiyorsak derhal pişmanlık duyalım, haksız yere ezdiklerimizden, üzdüklerimizden özür dileyelim, arayalım, bulalım, gerekirse ayaklarına kapanalım, helallik isteyelim. Peygamberimizin, bir müminin hakkının Kâbenin hakkından daha büyük olduğunu açıkladığını[5][5] unutmayalım.
Yunus der ki ey hâce/ İstersen var bin hacca
Hepisinden iyice/ Bir gönüle girmektir.
Kâbeyi ziyaret için can atıyoruz, ama yanı başımızdaki gönül kâbelerini yakıp yıkıyoruz. Ne anlamı kaldı haccın ve umrenin?
Bu dünyadaki bela ve musibetlerin en ağırı, ahirette karşılaşılacak olan bela ve musibetin yanında sinek ısırması kadar bile olmaz. Bu dünyadaki en ala saadet ve saltanat da cennettekinin yanında bir çay kaşığı bal kadar bile olmaz. Bu kıyas hadis-i şeriflerde şu temsille anlatılmıştır:
“Sizden biriniz, parmağını denize daldırıp geri çeksin, sonra parmağının ne kadarcık bir su ile döndüğüne baksın. Parmağına denizden ne kadar su bulaşırsa işte ahiretin yanında dünya o kadardır.”[6][6]
“Dünyanın Allah katında sinek kanadı kadar bir değeri olsaydı, kâfirler ondan bir yudum su bile içemezlerdi.”[7][7]
Bir mukayese de Bediüzzaman’dan. O da diyor ki: Dünyanın bin sene mutlu hayatı, cennetin bir saatinin karşılığı olamaz. Böyle bir cennetin bin senesi de Allah’ın cemalini bir saat seyretmenin keyfini veremez.”[8][8]
Onun için Allah, ahiretin yanında dünyanın bir oyun ve oyuncaktan ibaret olduğuna dikkat çekmiş, gerçek hayatın ise ahiret hayatı olduğunu[9][9] ayetleriyle net bir şekilde ortaya koymuştur. İşte o ayetlerden bazıları. Lütfen dikkatle, ibretle ve tefekkürle okuyalım:
احَسِبَ النَّاسُ اَنْ يُتْرَكُٓوا اَنْ يَقُولُٓوا اٰمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ
وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِب۪ينَ
İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.”[10][10]
Bu ayete imanı olan gider de yalana, iftiraya tenezzül eder mi? Eliyle, diliyle başkalarını incitir mi?
وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌۜ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُۢ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.[11][11]
اعْلَمُٓوا اَنَّمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَز۪ينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَيْنَكُمْ وَتَكَاثُرٌ فِي الْاَمْوَالِ وَالْاَوْلَادِۜ كَمَثَلِ غَيْثٍ اَعْجَبَ الْكُفَّارَ نَبَاتُهُ ثُمَّ يَه۪يجُ فَتَرٰيهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَكُونُ حُطَامًاۜ وَفِي الْاٰخِرَةِ عَذَابٌ شَد۪يدٌۙ وَمَغْفِرَةٌ مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانٌۜ وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ
“Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. Bu, tıpkı bir yağmura benzer ki; bitirdiği ot, ekincilerin hoşuna gider, sonra kurur, onu sapsarı görürsün, sonra çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir azab; Allah’tan mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.”[12][12]
وَذَرِ الَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا د۪ينَهُمْ لَعِبًا وَلَهْوًا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَذَكِّرْ بِه۪ٓ اَنْ تُبْسَلَ نَفْسٌ بِمَا كَسَبَتْۗ لَيْسَ لَهَا مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلِيٌّ وَلَا شَف۪يعٌۚ وَاِنْ تَعْدِلْ كُلَّ عَدْلٍ لَا يُؤْخَذْ مِنْهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ اُبْسِلُوا بِمَا كَسَبُواۚ لَهُمْ شَرَابٌ مِنْ حَم۪يمٍ وَعَذَابٌ اَل۪يمٌ بِمَا كَانُوا يَكْفُرُونَ۟
“Dinlerini bir oyun ve bir eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Ve hiçbir kimsenin kazandığı şey yüzünden kendisini helake atmamasını, kendisi için Allah’tan başka hiçbir dost ve hiçbir şefaatçi bulunmadığını Kur’ân ile hatırlat. O, azaptan kurtulmak için bütün varını feda etse, kendisinden alınmaz. Onlar kazandıkları şey yüzünden helake uğratılmışlardır. Onlar için, inkâr ettiklerinden dolayı kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azab vardır.”[13][13]
كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَۙ
وَتَذَرُونَ الْاٰخِرَةَۜ
“Hayır, siz peşin olanı (dünyayı) seviyorsunuz da, Ahireti bırakıyorsunuz.“[14][14]
بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۘ
وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ وَاَبْقٰىۜ
“Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret çok daha hayırlı ve süreklidir.”[15][15]
اِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يَرْجُونَ لِقَٓاءَنَا وَرَضُوا بِالْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَاطْمَاَنُّوا بِهَا وَالَّذ۪ينَ هُمْ عَنْ اٰيَاتِنَا غَافِلُونَۙ
“Bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olup onunla tatmin olanlar, bizim âyetlerimizden gafil olanlardır.” [16][16]
Öyleyse ey Müslümanlar! Üç kuruşluk dünya menfaati için ebedî hayatınızı, ahiretinizi yıkmayın. Mümin kardeşlerinizi ezmeyin, üzmeyin.
Hiç siz bir bahçede bulunan farklı tonda, farklı renkte, farklı kokuda olan çiçeklerin, güllerin, meyvelerin birbirlerine hased ettiklerini gördünüz mü? İşte ey Müslümanlar, sizin her biriniz İslam bahçesinin gülleri ve çiçeklerisiniz. Öyleyse bu kavga ne? Hiç güllerin birbiriyle kavga ettiğini gördünüz mü?
Kur’an hizmetinde bulunan Müslümanlar, tek bir vücudun organları gibidir. Siz hiçbir insanın bedenindeki organların birbirleriyle dövüştüklerini, birbirlerine hased ettiklerini gördünüz mü? Hayır. Tam tersi müthiş bir sevda ile birbirlerine bağlı olduklarını, birbirlerinin işlerini kolaylaştıran organlar olduklarını görüyoruz. İşte Müslümanların birbirlerine karşı konumları, tutumları görevleri budur.
İnsanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü diğer gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki bu organlar birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacını karşılar, görevini yapmasına yardımcı olur. Yoksa o vücudun hayatı söner, ruhu kaçar, cismi darmadağın olur.
Bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabete kalkmaz, birbiriyle uğraşmaz, birbirinin önüne geçmeye çalışmaz, birbirinin kusurunu görerek tenkit etmez, çalışma şevkini kırıp bütün bütün işlevsiz hale getirmez. Tam tersi her biri bütün kabiliyetleriyle birbirlerini genel gayeye yöneltmek için birbirlerine yardım ederler; hakikî bir dayanışma ve iş birliği ile yaratılış gayelerine yürürler. Eğer zerre kadar bir taarruz, bir tahakküm arzusu, benlik ve üstünlük davası bu niyetin ve bu ahengin içine karışsa, o fabrikayı karıştırır, fabrika hizmet yapamaz, ürün veremez hale gelir. Fabrika sahibi de o fabrikayı kırar, dağıtır.[17][17]
Bugün bela ve musibete maruz kalan ve eğer tevbe etmezlerse daha beter bela ve musibetlere müstehak olacak olan bütün Müslümanların başına gelen budur. Herkes şunu söyleyecek: Biz ihlaslı hareket etmedik, birbirimizle uğraştık, birbirimizin önüne geçmeye çalıştık, hep ben olayım başkası olmasın dedik, her menfaate kendimizi layık gördük, mümin kardeşlerimizi unuttuk, yok saydık. O aşk ile, ihlas ile yapılan hizmetlerin yerini, içi boş, gösterişten ibaret, gıpta ve hasedi uyandıran görkemler, görüntüler, heyecansız meşguliyetler aldı. Bu fabrikanın yani bu hak dinin sahibi olan Allah da verdiği nimeti elimizden aldı.
Bize şimdi yakışan ve düşen fabrika ayarlarına dönmek, hangi meslek ve meşrepte olursa olsun bütün Müslüman kardeşlerimize karşı hoşgörülü olmak, şefkatle bakmak, yardımlaşma ve dayanışma içine girmek, şimdiye kadar yapılan yanlışları sürdürmemek, bütün günahlara tevbe edip Allaha kaçmak, sana gelmeye yüzüm yok, ama Allahım, sana gelmekten başka çarem de yok, demek, asi kulun sana geldi, günahlarını itiraf ederek sana yalvarıyor. Eğer onu bağışlarsan ne ala. Sana yakışan budur. Gafur ve Gaffar gibi isimlerin tecelli etmiş olur. Eğer onu kovarsan, senden başka kim merhamet eder ona? Hiç kimse! diyerek yalvarmak, istiğfarla göz yaşı döküp ondan af istemektir.
[18][1]Tirmizi, Zühd 57; Ahmed b. Hanbel, I/172, 174.
[19][2] Müslim, Zühd 1; bkz. Tirmizî, Zühd l6; İbni Mâce, Zühd 3
[20][3] Bkz. Nursi, Said, Tarihçe-i Hayat, 134-135.
[21][4] Bkz.Kalem, 68/45
[22][5] Bkz. İbn-i Mace, Fiten, 2.
[23][6] Bkz. Müslim, Cennet 55; Ahmet b. Hanbel, IV, 228
[24][7] Tirmizî, Zühd: 13; İbni Mâce, Zühd: 3; Ahmet b. Hanbel, V, 154, 177.
[25][8] Bkz. Nursî, Said, Mektubat, yirminci mektup, birinci makam, on birinci kelime, 210
[26][9] Bkz. Ankebut, 29/64
[27][10] Ankebut, 29/2-3
[28][11] Ankebut, 29/64
[29][12] Hadid, 57/20
[30][13] En’am, 6/70
[31][14] Kıyame, 75/20-21
[32][15] A’la, 87/16-17
[33][16] Yunus, 10/7
[34][17] Bkz.
Lemalar, 21. lema
Dr. Vehbi KARAKAŞ
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi