Günümüzde geleneğin, özellikle düşünce hayatında birkaç asırdır önemli bir tartışma konusu olduğunu biliyoruz. Modernlik kendisini gelenek karşıtı olarak konumlandırdığından, gelenek bağlamında düşünce ve gündelik hayatta birkaç tavrın ortaya çıktığını görmekteyiz.
Birincisi, ciddi bir gelenek eleştirisinin ve hatta giderek gelenek karşıtlığının oluştuğunu gözlemledik. Öncelikle belirtilmelidir ki, gelenek eleştiriden uzak değildir ve hatta eleştirilmelidir. Bilhassa ilmi anlamda geleneksel müktesebâtımızın baştan itibaren bir kritiğe ihtiyacı vardır. Fakat bu geleneği değersizleştirmek üzerine kurulduğunda, bir müddet sonra temel yapının çöktüğünü de göreceksiniz. Meselâ; ülkemizde bilhassa 1980 sonrasında başlayan gelenek üzerine eleştirinin bir müddet sonra vardığı yer, gelenek karşıtlığı olmaya başlamış; gündelik hayatta gelenek pratikleri zayıflamaya başlamıştır. Bugün, komşuluktan mahalleye ve dostluklara kadar şikayet konusu ettiğimiz birçok konu açıkça bunun neticesi olarak görünmektedir.
Bugün İslam düşüncesi üzerine konuşan herkes, öyle veya böyle bu geleneğin üzerinde durarak konuşmaktadır. Kültürel, toplumsal, siyasal vb. yaşam alanlarındaki bilgi ve eylemler sistemi ile en başta bu düşünceler kişide yerleşmiştir. Öte yandan, daha da önemlisi bugün Asr-ı Saadet’e dönmek ya da ilk dönemlerin İslam’ı şeklinde ortaya konulan kimi söylemlerde, ihmal edilen nokta, aradan geçen 1400 yıl ve ortaya konulan birikimleri dikkate almamaktır. Aslında Altın Çağ veya ilk dönem İslam’ı vurgusunun iki boyutunu hiç ihmal etmemek gerekir. Birincisi, Kur’an’ın indiği zamandaki anlamı, oluşturduğu yapıyı dikkate almak. İkinci boyut ise, bizler bugün yaşayan insanlar olarak Kur’an ve Sünnet’in üzerine Farabi’lerin Gazali’lerin vb. okumalar yaptıklarını ve bunların ürettikleri üzerinden de bugün İslam’ı konuşuyor ve anlamlandırıyor olduğumuzu da unutmamak.
Bilhassa modernlikle karşılaşmamızın ardından, İslam düşüncesi ve gündelik yaşam açısından iki tavır ortaya çıkmıştır. Hepimizin bildiği üzere, o dönemden başlayan Kur’an ve Sünnet’e dönüş mottosu, ya bir kısım Müslümanların Asr-ı Saadet’e gitmek adına tarihe kaçmaları ve orada kaybolmalarını, ya da geçmişi bütün formelliğiyle bugüne getirmelerini sonuçlamıştır. Dolayısıyla İslam düşüncesi alanında temel sorunlardan birisi bana göre tarih ile kurulan ilişkisidir. Tabii ki bu, büyük oranda gelenekle de ilişkilerimizin akıbetini belirlemektedir. Bu tavırlar iki zafiyetle malüldürler. Birincisi, 1400 yıl önceye o şekilde bir tarih yokmuş gibi atlama yapılamaz. “Tarih” içinden çizgi oluşturularak geliş gidiş yapılabilir. İkincisi de, buna bağlı olarak, tarih içinde oluşan ilmi birikimlerin de sürekli ana kurucu metinleri dönemlere göre birer anlama çabası olduğunu ve süzülerek bugüne geldiğini anlamamak.
Düşünceler boşlukta oluşmazlar. Her dönemde metni anlama çabası ortaya yeni birikimlerin de çıkmasını sağlarlar. Fakat bunların tarihten ve gelenekten kopuk olmaları durumunda, boşlukta sallanacaklarını tahmin etmek zor değildir. Batı düşünceleri okumalarımda gözlemlediğim bir durumu belki burada paylaşmakta fayda vardır. Batılı çağdaş düşünürler, ortaya koydukları düşünceleri geçmişte bir gelenek ve tarihin içerisine yerleştirerek giderler. Meselâ, bir düşüncenin uzantılarını Aristo’ya, Sokrates’e, Eflatun’a kadar geri götürerek, onların tarihsel izlek noktalarını atlamazlar. Bu geçmişin eleştirilmemesi anlamına gelmemekte; tam tersine eleştirerek ancak o gelenekten kopmadan düşünce üretmek tavrını ifade etmektedir.
Bu zamana kadar, geçmişin tüm birikimlerini reddeden, İslam’ı ancak bugün kendisinin anladığını açık ve örtük biçimde söyleyen, tarihsel şahsiyetler üzerinden kutuplaşmalar üreten nice tavır ve düşünceler gördük. Ancak bunların hepsi gelenekle bağlantıları –tabii ki aktüelle de bağlantıları- açısından önemli zafiyetler taşımaktadır.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi