İnsan, haklı olmadığı bir pozisyonda bile haklı olma arzusunu derinden hisseder. Haklı olmanın yollarını ve yöntemlerini arar durur. Haksız olmanın dayanılmaz ağırlığı, insanın kendisini haklı çıkarmaya iten bir motivasyonuna döner.
Haklı olmak, bir meşruiyet zemini kurar. Haklılık, meşruluğun zırhını işaret ettiği için bir konfor alanı inşa eder. Bu konfor alanında kişi, vicdanını susturur. Haklılık, doğal bir üstünlüğü sağlar. Bu yüzden her insan her hangi bir olayda haklı olmanın yolunu bulmak ister. Haksız ise de haklı görünebilmenin yolu, yordamı, yöntemini arar durur. Çünkü haksızlık, psikolojik olarak insanı çökertir. Bu çöküşü her insan deneyimlediği için aynı duygu durumu bir daha yaşamak istemez! Bu bir insanın isteyeceği en son şey olur zaten!
Haklı olmanın kendisi insana bir güven verir. İnsanın iç itminanını sağlayan haklılık, kişinin güvenilir olmasını da beraberinde taşır. Bu yüzden her insan haklı olmanın şartlarını taşımak, taşımadığı zamanlarda da hem kendisini ve hem de çevresindekileri buna ikna ederek kendi güvenirliliğini korumak ister.
Haklılık, ferdi planda ne kadar önemli ise, toplumsal bağlamda da o kadar önemlidir. Bir topluluğun haklılığı kendini savunmada gösterdiği inatta açığa çıkar. Bir savaş haklı sebeplere sahip ise o savaşta ölümüne savaşılır. Ölümü yenebileceği vasatı haklılık üzerinden hayata geçirebilir insan…
İnsanın farklı boyutları vardır: bu farklı boyutlarda farklı haklılıklar söz konusu edilebilir. Yani haklılık tek renge, tek desene, tek hamleye, tek şarta bağlanamaz! Bu yüzden haklısın, ama neye göre ve niye soruları her zaman geçerliliğini korur… Haklı olmanın kendisine ait bir epistemik/bilgi sistemi zemini vardır, birde ontolojik/varlığın hiyerarşik zemini vardır. Her haklılık pozisyonu her pozisyonda geçerli olamaz! Bu yüzden haklılık, kişiye, olaya, duruma, olguya ve düşünce ile eyleme göre değişiklik arz eder.
Post Modern dönemde haklılık, kişiselleştirilmiş bir hale dönüştürülmüştür. O yüzden kişi, kişi olarak ne yaparsa yapsın, kendisine göre haklı bir pozisyonu elinde tutar. Bu yüzden haklılık sıradanlaşarak kendi meşruiyet zeminini kaybetmektedir. Kişinin haklılığı bir başka göz tarafından görülemeyeceği için kişiye güven vermede de nakısalar/zaaflar oluşturmaktadır. Hakikatin göreli hale gelişi kadar, hakikatin öznel bir duruma tebdil edilerek onu sınırlı bir mutlaklık içinde tanımlamanın getirdiği zemin, her halükarda kişinin haklılığını ilan etmesi açısından önemli bir etken olmuştur. Ama bu etkenin oluşturduğu zaaflar, kişinin yabancılaşmasını, yalnızlaşmasını ortadan kaldıracak bir zeminin kurulmasının önündeki engeli işaret eder.
Her kesin haklı olduğu bir zeminde haksızlık ortadan kaldırılmakta ve farkında olunmadan her yapılan şeyin meşruluğu sağlanarak zulüm egemenliğini inşa etmektedir. Her kes haklı ise haksızlık ortadan kalkmakta ve böylece her yapılan eylemin meşruluğu peşinen oluşturulmaktadır. Bu ise insanın kendi tabiatının yaralanmasına neden olmakta ve kendi fıtratı zedelenmektedir. Bu da insanın haklılık pozisyonu içinde haksızlığını inşa etmenin yollarını ve yöntemlerini kurmasına neden olmaktadır.
Modern düşünce ve bu düşünceye dayalı olarak geliştirilen post modern düşünce, insanı merkeze alan bir yapı olduğunu ilan etmesine rağmen, insanın kendisine, çevresine, yaşama ve yaşamda mevcut varlıklara yönelik bir yabancılaşmayı içselleştirmesini sağlamaktadır. Barış içinde var olduğu düşünülen insanın aslında çatışmanın asli unsuru olarak bir çatışmayı meşrulaştırdığı gibi parçalanmayı da makulleştirmektedir. Çatışma üzerine kurulu sistemlerin barışı ikame etmesi beklenemez zaten! Fakat çok incelikli bir propaganda üzerinden çatışmacı boyutunu gizleyerek onu haklılaştırarak çatışmacı ve parçalayıcı boyutunu gizlemekte pek mahir olmaktadır.
Post modern düşüncenin ürettiği çoklu haklılık teorisi ile yaşamın kendi tabiatı gereği içinde taşıdığı çok boyutlu haklılık aynı zemine sahip değildir. Post modern düşünce teorik zeminde haklılığı çoğul karakter üzerinden üretmektedir. İnsanın çoğul karakterini kendi teorik çerçevesi içinde anlamlandırarak onu mihenk kılmaktadır. İnsanın çoğul karakteri ile çoğul haklılık pozisyonunun haklı olduğu zemin olmakla birlikte, sahte ile sahiciliğin farkını dikkatten kaçırmamak lazım… Üretilmiş olan haklılık pozisyonu ile fıtri olarak var olan haklılık pozisyonunu birbirinden ayrıştırdığımızda post modernliğin ürettiği haklılığın sahteliğini anlamak ve anlamlandırmak mümkün hale gelir.
Haklılığı oluşturan doğru, adalet, hukuk, hak, sahicilik, sahih olma, haberin doğruluğu ve eylemlerin niyet ile ilişkisi gibi farklı boyutlarda farklı haklılıklar doğal olarak vardırlar. Haklı olma hallerini de her kavramın kendi doğasına uygun bir yöntem ve bakış üzerinden elde edilebilir. Her eylemin kendine has bir özelliği söz konusu olabilir ve bu özelliği üzerinden haklılığı tartışılabilir. Ama bütün bu çoğul haklılıklar bile en son kertede meselenin sahihliği, sıhhati ve sahiciliği tarafından belirleyici olur. Aldatma her aşamada mümkündür. Aldatılma da bu pozisyonu değiştirmemektedir. Aldatılan mazur görülemez! Kısmi mazeret aldatılmanın gücü ile orantılı dikkate alınabilir.
Ancak bugün yaşadığımız siyasi, sosyal ve iktisadi hareketlerde haklılığı korumak, onların üzerine bina edildiği teorik çerçeveyi dikkate almadan olmaz! O yüzden bugünün haklılıkları sipariş üzerine verilen haklılıklardır. Bu sipariş özelliğini kavramadan günün haklılığını kavramak mümkün görünmemektedir.
Bilinmeli ki Ed Din haklılığın yegane meşru zeminidir. İslam insanlık tarihi boyunca bu meşruluğu sağlayan hem teorik çerçeveye hem eylemsel zemine sahip olmuştur ve olmaktadır. Din dışı bütün haklılık arayışları zulümle neticelenmektedir. Modern kültür ve hegemonyası son iki yüzyılda zulümden başka bir seçenek bırakmamaktadır. Bunu anlamak için müslüman dünyanın içinde bulunduğu hali izlemek ve gözlemek yeterli olacaktır. En zengin topraklara sahip Müslümanların en fakir, en fakir topraklara sahip batılıların ise en zengin kılındıkları bir sistem zulüm üretmekten başka ne işe yarar ki…
Abdulaziz Tantik