Gazete Yazarı Ömer Lekesiz’in kaleme aldığı “Bir nimetin değeri ancak yokluğuyla anlaşılır” yazısını siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz…
Medn / medenîlik ve deyn / dünya kelimeleri ile türevlerinin din kelimesinde mündemiç olduğunu bu nedenle, geçmiş zaman sözlüklerimizde bunlardan birinden söz edilirken diğerine a priori olarak göndermede bulunulduğunu ifade ederek, medeniyetçiliğin bir ahir zaman ideolojisi olarak zuhurunun izlerini yine sözlüklerden sürme gayretindeyken yolumuzu el-Attas’ın zorunlu bir patika olarak gördüğümüz bir yorumuna uğratmıştık.
El-Attas, önceki yazımızda bir kısmını alıntıladığımız o yorumunu şöyle tamamlıyordu:
“Dâne kelimesinde mündemiç olan olan zıt anlamlar dahil saydığımız tüm anlamlar, ancak müdûn ya da medâin’le ifade edilen kasaba ve şehirlerde, ticari hayatın varlığını gerektiren örgütlü toplumlarda uygulanabilir imkanlardır. Kasaba veya şehrin bir hâkimi, yöneticisi ya da valisi; yani deyyân’ı vardır. Böylelikle, burada daha şimdiden sadece dâne fiilinin çeşitli kullanımlarında, zihnimizde medeni hayata; yani kanun ve nizama, adelet ve otoriteye sahip toplumsal hayata dair bir tablonun ortaya çıktığını görüyoruz. Bu da en azından kavramsal olarak başka bir fiil olan meddene ile ilişkili olup şu anlama gelmektedir:
Şehir kurmak ya da şehir inşa etmek, medenileşmek, zarifleşmek ve insanileşmek. Sosyal kültürde medeniyet ve zarafet anlamına gelen temeddün ise meddene’den türeyen bir başka terimdir. Böylelikle, borçlu halde olmanın birincil anlamından, küçük düşmek, (bir efendiye) hizmet etmek, köle olmak gibi diğer anlamları türetiriz. Hâkim, yönetici ve vali anlamlarını içeren terimden de (deyyân), kudretli, güçlü, kuvvetli olma; bir efendi, yüksek rütbeli kişi ve şeref sahibi olma; ayrıca, (kararlaştırılmış bir zamanda) hüküm, ceza ve hesap gibi anlamlar türetilmiştir.
Din kavramından türetilmiş tüm bu anlamlarda aslen mevcut olan kanun ve nizama, adalet ve otoriteye, toplumsal kültürel zarafete ilişkin mefhumun bizatihi kendisi yankısını kanun ve düzende, adalet ve otoritede, toplumsal kültürel zarafette bulan şeyle tutarlılık arz eden bir tavrı, yani bütün bunlarla ilgili normal görülen hali veya davranış tarzını gerektirir.
Öyle ki bu varlık hali,mutad ve alışılmış bir haldir. O halde, bundan din kavramının adet, alışkanlık, fıtrat ve istidat şeklindeki diğer birincil anlamının türetilmesinin arasındaki mantığı görebiliriz.
Bu bağlamda en temel anlamda din kavramının aslında insanın toplum meydana getirme, kanunlara boyun eğme ve adil yönetim arayışında olma konusundaki istidadının tam bir delaletle yansıttığı giderek açık hale gelir. Gözümüzün önünde canlanmakta olan din kavramında aslen mevcut olan bir mülk, yani kozmopolis fikri, daha derin bir din anlayışı elde etmemizi sağlama konusunda çok önemlidir…” (İslam Metafiziğine Prolegemona, Trc.: İlker Kömbe, Küre Yayınları, İstanbul 2016)
Bu bilgilerden sonra tekrar ifade edecek olursak, dinin dünya ve medîn oluşunun İslam düşüncesi esasında ayrıştırılmadığı ve malûmu ilâm anlamına gelmesi bakımından bunun makul ve makbul de görülmediği ilmen hakikattir.
Ahter-i Kebîr üzerinden baktığımızda da 16. Yüzyıl’a kadar da bunun böyle olduğunu görüyoruz. Nitekim el-Attas’ın hem bir modern zaman düşünürü olması hem de konuyu doğru çerçevelemeyi önemsemesi bakımından medeniyet kelimesi, toplum – şehir ilişkisine, bir arada yaşama ihtiyacına dikkatimizi ilk çekenler olarak Farabî (v. 950) ve onun izinden yürüyen İbn Bâcce (v. 1139) ile tarih ve sosyoloji ilimlerinin de babası olarak kabul edilen İbn Haldun (v. 1406) tarafından muteber bir kelime olarak görülmemiş, sanki din -medn – deyn kelimelerinin anlam ilişkisinde yeni bir ayrımla farklılaştırmaya sebep olmamak için, Osmanlı’nın son devirlerindeki gibi medn kökünden özel bir kelime icat etme yoluna gidilmemiş, bunu yerine her biri aynı zamanda bir kuram niteliği taşıyan fâzıla, erdem, mütevahhid, umrân, hadâre… terimlerinin kullanması tercih edilmiştir.
Sözlüklere tekrar dönmeden, şunu da peşinen ifade etmiş olalım: Osmanlı ve cumhuriyet devri özelinde medeniyetçiliğin doğuşunda, kaybedilenin kıymetini geç takdir etmenin etkili olduğu görülmektedir.
Zaten, kendisine verilen nimeti, imkanı kaybetmeden onun değerini tam anlayamaması insanın hakikatindendir.
Buna göre öncelikle şu iki şeyi kaybetmiş olmalıyız: a) Allah’ın ve Peygamber’inin öncelediği kelimeleri öncelemekteki ihmalkarlığımız, b) Bir nimeti, imkânı kaybetmenin ve ancak bundan sonra onun değerini takdir etmenin adeta zorunlu bir hâl olduğunu unutmamayı unutuşumuz.
Sonraki yazımızda buradan devam edelim inşallah.
https://www.yenisafak.com/ ÖMER LEKESİZ