Geçenlerde Türk yapımı “İkimize Bir Dünya” isimli bir sinema filmi seyrettim. Meğerse film, öykücülüğüyle tanınan hemşerim Sait Faik Abasıyanık’a ait “Medarı Maişet Motoru” romanından (1944) uyarlanmış. Bir şey daha öğrendim. Sait Faik, bu kitabını ancak kendi imkânlarıyla bastırabilmiş. Ne var ki içeriğinde siyasî veya ideolojik mesajlar olmadığı halde sırf bazı sosyal sorunlara yer verildiği için bu roman, tek parti döneminin baskıcı ve yasakçı ortamında “sakıncalı” olarak görülmüş ve mahkemece yasaklanmıştır.
Yazarlara uygulanan bu yasakçı zihniyetin 77 yıl öncesine ait olduğunu düşündüğüm bu günlerde benim de başıma benzer bir olay gelmez mi. Abartmıyorum, hayatım hep okumak, öğrenmek, yazmak ve eğitmekle geçti. Bu alışkanlığımı malum melun 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Sakarya Üniversitesinden bir iftira yüzünden ihraç edilmeme rağmen halen korumaktayım. Aklanmak için epey uğraştım ve en sonunda 2 yıl evvel kesinleşmiş beraat kararıyla herhangi bir terör örgütüyle iltisaklı olmadığımı ispatlayabildim. Şimdi ise büyük bir ümitle idari mahkemeden göreve iade kararı bekliyorum.
Bir akademisyen hiç boş durmamalı ve hangi şartlar altında olursa olsun bilim dünyasına bir şey kazandırmalıdır düşüncesiyle bu süreçte birkaç kitap ve bilimsel makale kaleme aldım. Kaldı ki işsiz akademisyenim ve tek geçim kaynağım yazmak olduğu için, gayri ihtiyari olarak rızkımı bildiğim bu yoldan temin etmeliyim. Beraatımı aldıktan sonra kendime bir özgüven geldi, hazırladığım kitaplarımı ilgili yayınevlerine ve makalelerimi de bilimsel dergilere gönderiyorum. Daha önce kitaplarımı yayınlamış olan bazı yayınevlerinin tereddütlerini giderebildim ve yeni kitaplarımı basacaklarını taahhüt ettiler.
Ne var ki özellikle üniversitelere bağlı bilimsel dergilere gönderdiğim akademik nitelikteki makalelerimin hepsinin gerekçe gösterilmeksizin reddedildiğini görünce içimden “acaba, halen sakıncalı mıyım?” dedim. Bunun üzerine bir üniversitede görevli doçent unvanlı bir meslektaşım ile beraber ortaklaşa kaleme aldığımız bir makalemizi yine bir üniversitenin dergisine gönderdik. Üstelik bu dergi, telif ücreti dahî vermiyordu. Belki ortak makalemize itiraz etmezler diye düşündük.
Ve nihayet dergimizin işleme alındığını, sadece yazım kurallarının dergiye uygun bir şekilde yeniden gözden geçirilmesi için, şöyle bir yazı geldi: “Sayın Ali Seyyar; “xx” başlıklı çalışma için makaleyi dergimiz yazım kurallarına ve yazım kuralları kısmında yer alan şablona uygun bir şekilde hazırlamamış olmanız sebebiyle düzenleme isteği gönderilmiştir….” Umutlandım, sevindim… Gerekli düzeltmeleri yapmak için masaya oturmuştum ki aynı gün yeni bir yazı geldi: “Sayın Ali Seyyar, “xx” başlıklı çalışma, değerlendirmeler sonucunda “yy” adlı dergide yayınlamaya makalenizin yazım kurallarına uygun hazırlanmamasından ötürü uygun bulunmamıştır…”
Normalde herhangi bir akademik derginin editörü, bir bilimsel makalenin sadece yazım kurallarından dolayı yayınlanmasını hiçbir surette reddedemez. Yazım kurallarını değiştirmek, birkaç dakikalık işlemdir ve içeriğinden ziyade şekilden ibarettir. Öyle ise neden aynı gün makul olan ilk yazıya tamamen ters düşecek bir şekilde ret yazısı bana gönderilmiş olabilir? Editörün burada akademik etik kurallarını çiğnediği açıktır.
Çünkü kimse ırkından, cinsiyetinden, inancından veya isminden dolayı ayrımcılığa tâbi tutulamaz. Halbuki bizim ortak makalemiz, incelenmesi için, jüri üyelerine sunulmadan yazım kuralları bahanesiyle ta baştan reddedilmiş oldu. Son dönemlerde bu olaylar beni iyice skeptik yaptı ve yanılmış olduğumu ümit ederek, bir girişimde bulundum.
Haksızlığı Rektöre Bildirdim. Ancak…
Bu muamele, bana ve ortak yazara yapılan bir haksızlık olduğunu düşünerek, ilgili üniversitenin yıllardan beri tanıdığım ilahiyatçı kökenli rektörünü aradım ve derdimi anlattım. Belki duruma müdahale eder ve makalemizin en azından kör hakemli yöntem ile incelenmesini sağlar diye düşündüm ama “ben ne yapabilirim ki?” dedi. Kendisine hakkaniyet ölçülerine göre hareket etmesi gereken bir rektör olduğunu hatırlattım ama o da bana kesinleşmiş beratımı hiçe sayarak, benim henüz üniversiteye iade edilmediğimi hatırlattı.
Şu cümleleri halen kulaklarımda çınlıyor: “Hocam, biz seni tanıyoruz, sana diyeceğimiz bir şey yok. Ama vatan bir uçurumdan döndü, sen ne kadar beraat almışsan da Türkiye’de hiçbir üniversitenin dergisinde yazı yazamazsın, çünkü görevine iade edilmedikçe genel kanaat senin halen iltisaklı olduğun yöndedir. Onun için hiçbir rektör, bundan dolayı kendini zor duruma sokmaz…”
Demek neymiş, kesinleşmiş beraat kararıyla hakkımda herhangi bir suç isnat edilemediği halde memleketimde halen ikinci sınıf vatandaşı görmeye hak ediyormuşum. İsmim halen “sakıncalı” olduğu için, benim Türkiye’de akademik makaleler yazma hakkım yokmuş. İdare mahkeme, halen karar veremiyorsa, bunda benim suçum hiç olabilir mi? Kaldı ki masuniyet karinesi diye bir hukuk ilkesi var. Yazmayı seven bir bilim insanı olarak kendi memleketimde bana bilimsel makale yazma hakkı verilmiyorsa, o memleket benim için özgürcü bir ülke olabilir mi?
Makalelerimi yabancı dilde yazıp yabancı bir dergiye gönderirken, “Türkiye’de yazma hakkı bana verilmediği için, bunu size göndermek zorunda kaldım” mı diyeyim? Yabancı bir ülkenin üniversitesine müracaat ederken, “Türkiye’de işsiz akademisyenler şöyle böyle mağdur ediliyor…” diye şikâyet mi edeyim? Bunu mu istiyor devletim benden? Devlet aklını anlamakta zorlanıyorum.
Devletim benden korkmasın. Bir vatansever olarak Türkiye’ye zarar verebilecek herhangi bir eylemde bulunmam. Ama memleketimde kendi hakkımı ve diğer mağdurların hakkını sonuna kadar savunurum. Hak mücadelesinde muvaffak olamayacağımı bilsem bile bunu yaparım Çünkü bir Müslüman olarak haksızlığın karşısında susan dilsiz şeytan olma niyetim yoktur. Adaleti terk eden yönetici kadrolara ve akademik özgürlükleri hiçe sayan rektörlerimize o büyük hesap gününü hatırlatmak isterim.
Velhâsıl-ı Kelâm
Şimdi merhametli ve vicdanlı kardeşlerim bana Necip Fazıl’ın şu tarihî şiirinde ifade ettiği gibi “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya..!” diyebilir. Ama arkasından gelen şu söz de bir dua hükmündedir: “Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya..!” Sakarya, Hak ve adaleti temsil eder. Bir gün adalete dayanan Hukuk, mazlumların duası ile ayağa kalkacak, şahlanacak ve zulmü ortadan kaldıracaktır.
Nasıl ki “Hakkıdır, Hakka tapan milletimin istiklal” doğru bir tespit ise aynen akademik özgürlük de Allah’a inanan (ve hatta inanmayan) mazlum bilim insanlarının hakkıdır. Bu hakkı ortadan kaldıranlar veya kısıtlayanlar, vebal altında olan zavallılardan olacağı gibi bu hakkı hak sahiplerine teslim edenler (teslim etmek için gayret gösterenler) de hakperestlerden olacaktır. Ne mutlu mazlumun rengine, dinine, ismine bakmaksızın Haktan yana olanlara.
Prof. Dr. Ali Seyyar
Yazınız için tebrik ederim. Mağdur edenlerin, acziyet gösterenlerin ve sessiz kalanların gereken karşılığını göreceği yüce mahkeme hatırlatmasını yapıyor mağduriyetinizin giderilmesi duası ile…