islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4847
EURO
36,2367
ALTIN
2.960,31
BIST
9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
19°C
Cumartesi Az Bulutlu
9°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

BİR “ZİHNİYET”(İN) ANALİZİ

BİR “ZİHNİYET”(İN) ANALİZİ
18 Şubat 2023 09:56
A+
A-

İnsanlar,  genellikle  gördükleri ve yaşadıkları olumsuzluklar karşısında “Neden  bu hallere düştük? “diye birbirlerine sorma ihtiyacı  hissederler, sonra da  cevabını yine  kendileri verirler. Verilen cevaplarda ise çoğu kez başkalarını suçlama ve havale etme tavrı görülür ve sonuçta  bu tavır, vicdanları rahatlatan  bir olguya  dönüşür.   Kısaca  görünen  ve yaşanan manzara şudur:  İnsanlardan çoğu, kendilerini istisna ederek,  başkalarının  röntgenini çekmekte,  sonra da  onların yanlış, kötü ve zayıf taraflarını tespit edip oralardan  vurmaya başlamakta, fakat  bir türlü kendilerinin röntgenlerini  çekip  de  doğru- yanlış, iyi-kötü ve güçlü- zayıf  yanlarının  ne olduğunu  tespit etmeye yanaşmamaktadır. Kendilerini hep iyi ve doğru olarak  görmekte,  eksik ve zayıf yanlarını  ise görmemezlikten gelmektedir.  Dolayısıyla bu tipolojiye dahil olan insanlar,  kısa vadeli çıkarlarını, uzun vadeli çıkarlarına tercih etmekte; ilkeli ve kurallı düşünme ve yaşama yerine, çıkarlarını öncelemekte;  uygulamalarını ve davranışlarını da buna göre yapmaktadır. Kısaca ilkesizlik ve  işini düzgün ve doğru yapmama zihniyeti, bu tip insanlarda bir “ hayat felsefesi” haline dönüşebilmektedir.    Ne demek istediğimi  şöyle açıklayayım:

1972 yılında ilçemde belediye  başkanlığı  seçimi  yapılacaktı. Öne çıkan iki aday oldu. Bunlardan biri,  ilk okul mezunu, pragmatist, akşamcılığı ile tanınan ve  halen de  belediye başkanı olan kişi; diğeri  ise iktisat fakültesi  mezunu, fıtraten  içki içmeyi sevmeyen  ve görevdeki başkana göre de daha genç ve idealist olan biri. Ben o tarihte  daha yeni göreve başlamış  bir öğretmendim.   Mahallemizde yapacak işleri  olmadığı için sık sık bir araya gelen ve  aralarında  hacılarında  bulunduğu  bir yaşlılar meclisi vardı, genellikle   bu mecliste de dinî konular konuşulur, askerlik  hatıraları anlatılırdı.  Bu nedenle bu meclise talebelik yıllarımdan itibaren  fırsat buldukça  ben de iştirak ederdim. Genç olmama rağmen  o  meclise iştirak edişimin iki  sebebi vardı: Birincisi imam-hatip okulunda okumuş olmam  hasebiyle  akranlarımla vakit geçirmemin ayıplanacağı ve kınanacağı  düşüncesi; ikincisi ve en önemlisi ise  dinî konularda benden  bilgi almaya  ihtiyaç  duymalarıydı.

Seçim öncesindeki toplantılardan birinde  ben de bulundum.  Bu  toplantıda iki adaydan  hangisine oy vereceklerini aralarında  tartışmaya başlamışlardı. Ben siyasete katılmama ilkem  dolayısıyla fikir beyan etmiyor, sadece yapılan  konuşulanları ve tartışmaları  dinlemekle yetiniyordum. Çoğunluk, halen belediye başkanı olan adaya oy verme taraftarıydı. Fakat içlerinden biri,  “Oyumuzu  neden  başkana veriyoruz, ona değil de genç adaya verelim” teklifinde bulunmuş  ve  o genç adayın, üniversite mezunu olduğunu, ilçenin kalkınması için  elinde bazı projelerin bulunduğunu ve  içki de içmediğini gerekçe olarak   ileri sürmüştü. Konumu itibariyle belediye ile irtibatlı olduğu  bilinen,  mahallemizin de  en yaşlı ve etkin  kişisi olan bir zat,  “Olmaz, olmaz;  o  bu işi  beceremez” diye  itiraz etti.   Bu teklifi yapan kişi,  “ Neden yapamaz? “ diye  karşılık verince  o yaşlı  zat, “Çünkü o, daha acemi, neyin ne olduğunu, belediyede işlerin nasıl yürüdüğünü  bilmiyor. İçki  de içmiyormuş,  mahallelere ve köylere   yol  açmak için  kepçe  ve greyder  gittiğinde o kepçe ve greyderin  şoförlerine  içki ikram  edilmesini   engeller. Zira şoförler,  yol açmak için  gittiklerinde,   mahalle sakinleri ve  köyüler  daha iyi çalışsınlar diye onlara yemek ve içki ikram ediyorlar.  Bunlar  olmayınca da gönül koyuyorlar, gönül koyunca da  iyi çalışmıyorlar, hatta  bazı  şoförler  hainlik edip  aracının bir yerini  bozuyor; bir hafta on gün o  araç  tamir  edilmeyi bekliyor, dolayısıyla  da iş kaybı oluyor. Belediye başkanı ve  herkes bunları biliyor ve  gereğini  de  ona göre yapıyorlar” deyince, hiç kimse bu gerekçeye karşı çıkmamış; dolayısıyla içki içmeyen ve  içkiye de şiddetle  karşı olduğu bilinen  bu  zatın sözlerini yadırgamamıştı. Çünkü bu açıklama genel bir zihniyeti  yansıtmıştı. Nitekim ilçedeki seçmenlerin çoğunluğu,  bu görüşte olmuş olacak ki seçimi, belediye başkanı kazanmıştı.

Mahallemizde bir komşumla birlikte ilk okul arkadaşımın evinin önünden geçiyorduk.   Evin önünde  bir koyun sürüsü  vardı.   O komşuma, “Bu ne?” diye sordum.  O, maksadımı anladı ve bana  “ Ziraat Bankası’ndan  bir eksper gelecek, koyunları sayacak” dedi. Ben de  “Niye  sayacak ?” diye sordum. O da bana “Arkadaşın hayvan kredisi olacak da ondan” dedi.  Ben de ona  “Onun koyunları var mı?” diye sordum “Hayır yok. O mahalledeki  bütün koyunlarını topladı, kendi  koyunları imiş gibi gösterecek. Eksper  gelince koyunları evin önünde görecek, tutanak tutacak ve gidecek. Sonra da arkadaşın  hayvancılık kredisi alacak. Bu  işlem bir hafta sonra  bir başkası için  icra edilecek” demişti.  Bu da  doğru ve ilkeli bir  davranış  değildi. Formaliteye uygun  görülse de  ahlakî ve etik değerlere uygun değildi.  Bunu  taraflar da biliyor,  fakat çıkarları için  görmemezlikten   geliyordu.

Verilen bu örnekler, yerel bir  olguyu yansıtsa da, davranışlarımızı ilkelere ve kurallara göre  değil de, çıkarlarımıza göre  ayarlama  ve yaşama zihniyetimizi  göstermesi açısından    dikkat  çekiciydi. Zira  bu ve benzeri olaylar, neredeyse  her gün yaşanıyordu.  Bu açıdan bakıldığında  verilen örnekler, özel bir durumu değil;  genel bir  zihniyeti  de ifade ediyor.  Bunun için  de şu soruları sormak  gerekiyor:

Biz ilkeli ve kurallı  bir  hayat yaşıyor muyuz,  yoksa yaşamıyor muyuz;  bir başka ifade ile kurallı ve ilkeli bir hayat yaşamak istiyor muyuz, istemiyor muyuz?  Daha da önemlisi  konulan kurallara ve ilkelere ne kadar  uyuyoruz ve bu ilkeleri ne ölçüde  doğru  uyguluyoruz?  Mesela,  kırmızı ışıkta  durmayarak geçen biri, şayet  “ Kurallar  çiğnenmek için vardır” diyorsa;  bir  müteahhidin   gözünü para hırsı bürümüş, tamahta sınır tanımıyor  ve   bir an önce köşeyi dönmek istiyorsa; Müslümanım dediği halde  bir kişi,  yanlış  bir tevekkül ve kader anlayışı ile  başına gelebilecekleri önceden  tahmin edip tedbir almıyor ve  üstüne üstlük bir de   bile bile  veya  bilmeden yanlış yaptıkları işler  için   “Bir şey olmaz” diyorsa;  daha da önemlisi Allah’tan, devletten ve  halktan korkmuyor, bu nedenle de  işini doğru-dürüst yapmıyorsa ve bu  zihniyet  de   toplumun geneline  hakim ise,  o toplumda işlerin iyi gittiği söylenebilir mi?

Mehmet Akif’in,  yüz yıl önce Almanya için söylediği “Dinleri var, işimiz gibi, işleri var dinimiz gibi” sözünün, günümüzde anlamını yitirdiğini  iddia edebilir miyiz? Şayet   anlamını yitirdiğini söyleyebiliyorsak, “Yüz yılın  en büyük depremi” diye  tanımlanan Güney Anadolu depreminin yıkımını nasıl açıklayacağız? Zira bu bölgede,  deprem şartlarına uygun yapılan ve uygulaması da iyi olan binaların yıkılmadığını[1], buna karşılık eskiden yapılan  veya  deprem şartlarına  uygun olmayan ve uygulaması da iyi yapılmayan  binaların  ise yıkıldığı görülüyor. Bunu nasıl izah edeceğiz? Bu  durumda söylenebilecek  son söz, “sünnetullah”ın hükmünü icra ettiğidir. Sünnetullah’ın  bilim dilindeki karşılığı ise “tabiat kanunlarıdır”.

Deprem bir kaderdir, çünkü  sünnetullahtır, dolayısıyla irade dışı bir hadisedir ve  insanoğlunun onu önleyecek  bir gücü  de yoktur, fakat   fay hatlarını tespit ederek  oralara bina yapmamak ve  yapılan binaları  da depreme  dayanıklı  yapmak, insanın bilgisine ve  iradesine bağlı olan bir iştir. Bu nedenle insan, yaptıklarından sorumludur. Nitekim Allah Teâlâ “Hanginizin daha iyi, daha yararlı iş yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratan O’dur[2] buyurarak, bizden yaptığımız bütün işleri doğru, düzgün ve güzel yapmamızı istiyor; bize sorumluluk yüklüyor, hayatın ve ölümün amacını da buna bağlıyor. Bununla da yetinmiyor “İnsanların hangisinin daha iyi ve güzel amel işlediğini ortaya koyalım diye, yeryüzünde olan şeyleri, yeryüzünün süsü yaptık.”[3] diyerek, imanla birlikte ameli-i sâlihin, kurtuluşa vesile olduğunu/olacağını da açıklıyor. Salih amelin sadece ibadetlerden ibaret  olmadığını, bütün işlerimizi kapsadığını da bilmemizi istiyor, zira  yeryüzüne salih kulların mirasçı olacağını söylüyor.[4]

Kimi Müslüman, bu tavsiyelere  uyuyor, çalışıyor ve çabalıyor. Allah Teâlâ da bu  tavsiyelere  uyan  kullarına,  İman edip  salih amel işleyenlere ne mutlu! Onların sonunda varacakları yer ne güzel!”[5] diyerek cenneti vadediyor ve müjdeliyor. Nitekim bu bilince sahip olan Müslüman, bütün işlerini  doğru, dürüst ve güzel yapmak zorunda olduğunu; cennete giden yolun yaptığı  salih amellerle  döşendiğini ve  bu ameller sayesinde de cennete girebileceğini biliyor. Bu nedenle Hz. Peygamber’in “İnsan ölünce (salih) ameli kesilir. Ancak üç amel (in sevabı) kesilmez: Sadaka-i câriye, faydalanılan bir ilim ve arkasında kendisine dua edecek hayırlı bir  evlat bırakmak”[6]  sözünü,  kendine rehber  ediniyor.

Ne hazindir ki Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in  bu tavsiyelerine uymayan, kulak ardı eden  kimi  Müslüman da  çalışamadan, gayret göstermeden ve emek vermeden, kısa yoldan istediklerini elde etmeyi (köşeyi dönme) arzu ediyor. Kimi Müslüman,  çalışıyor, çabalıyor,  fakat işlerini,  bilgisizliği ve ilgisizliği nedeniyle doğru dürüst yapmıyor. Kimi Müslüman  ise işlerini doğru yapmaya çalışsa  da, iş ahlakına sahip olmuyor,  verdiği sözde durmuyor ve  sürekli yalan konuşarak insanları, kandırmaya ve aldatmaya çalışıyor. Bu nedenle bu insanlar, “Kırkına kadar para kazanmak için hayatını, kırkından sonra da hayatını kazanmak için parasını harcıyor”, ömrünü dünyevî bir hayat  uğruna  feda  ediyor. Dahası  Namdar  Rahmi Karatay’ın,

“Fırsatı iyi kolla, olma sakın dangalak;

Genç iken vur partiyi, durma, ye, keyfine bak”   diyerek  hicvettiği  bir  hayat anlayışını  benimsiyor.

Ya da  Şair Nedim’in

“ Gülelim, oynayalım, kâm alalım dünyadan;

Mâ’-i Tesnîm içelim Çeşme-i Nev-peydâdan”

diye övdüğü  bir hayatı,  gerçek  hayat  zannediyor,  Allah’ı  ve  ahiret hayatını  göz ardı ediyor, unutuyor.  Dolayısıyla bu tip inanların,  ahiret hayatı için  bir endişesi, bir çabası ve bir  hazırlığı  da olmuyor. Sonuçta bu insanlardan kimi, ödediği nice ağır bedellerden sonra,  “Ben nerede hata ettim?” diyerek  yaptığı  hatalar ile yüzleşirken; kimi de “Kendim ettim, kendim buldum” diyerek pişmanlığını ifade etmek zorunda kalıyor.

Hasıl-ı kelam  bir gün gelecek, herkes  iyi veya kötü yaptıklarının  karşılığını  mutlaka görecektir. Yüce Rabbimizin ifadesiyle“ O gün insanlar, bölük bölük kabirlerinden çıkarılacak ve  yapıp ettikleri her şey, kendilerine  gösterilecektir.  Sonunda  zerre kadar iyilik yapan kimse, onun karşılığını görecek,  zerre kadar  kötülük  işleyen de  onun cezasını çekecektir.” [7]

Dolayısıyla her şeyi en iyi bilen, gören,  gözeten,  yapılan  bütün işleri  meleklerine  kayıt ettiren  ve  en önemlisi  de kuluna şah damarından daha yakın olan O Yüce Yaratıcı,  bizi  uyarmakta, hayra, iyiliğe  ve güzelliğe davet etmektedir. Nitekim bu deprem  sebebiyle bir kere daha görüldü  ki cehaletin, ilgisizliğin, boş vermişliğin,  kısa vadeli çıkarların, haksız kazanç elde etmenin, aldatma ve kandırmanın hiçbir anlamı ve değeri  yoktur;  sadece bilginin, ilginin,  iyiliğin, güzelliğin, doğruluğun, paylaşmanın,  yardımlaşmanın, kısaca erdemli  davranışların bir anlamı ve değeri vardır.

Prof. Dr. Celal Kırca

 

[1]   İnternet haber, 11.02.2023 ‘de 6 Şubat  2023  depreminde  Hatay-Ezine’de   ;    17 Ağustos 1999  depreminde ise  Tavşancıl’da  tek  bir binanın yıkılmadığı haberleri yer alıyor.  Toki binalarının  yıkılmadığı da görülüyor. Haber 7 com 11.02.2023.

[2] Mülk: 67/2.

[3] Kehf: 18/7

[4] Enbiyâ,21/105

[5] Ra‘d 13/29.

[6] Müslim, Vasiyet, 14. 

[7] Zilzâl,99/6-8.

ETİKETLER: ÜSTMANŞET
Yorumlar
  1. Mürsel Gündoğdu dedi ki:

    Çok güzel ve isabetli bir zihin analizi olmuş hocam.
    Emeklerinize sağlık.
    Kaleminiz daim olsun