İnsanlar, genellikle gördükleri ve yaşadıkları olumsuzluklar karşısında “Neden bu hallere düştük? “diye birbirlerine sorma ihtiyacı hissederler, sonra da cevabını yine kendileri verirler. Verilen cevaplarda ise çoğu kez başkalarını suçlama ve havale etme tavrı görülür ve sonuçta bu tavır, vicdanları rahatlatan bir olguya dönüşür. Kısaca görünen ve yaşanan manzara şudur: İnsanlardan çoğu, kendilerini istisna ederek, başkalarının röntgenini çekmekte, sonra da onların yanlış, kötü ve zayıf taraflarını tespit edip oralardan vurmaya başlamakta, fakat bir türlü kendilerinin röntgenlerini çekip de doğru- yanlış, iyi-kötü ve güçlü- zayıf yanlarının ne olduğunu tespit etmeye yanaşmamaktadır. Kendilerini hep iyi ve doğru olarak görmekte, eksik ve zayıf yanlarını ise görmemezlikten gelmektedir. Dolayısıyla bu tipolojiye dahil olan insanlar, kısa vadeli çıkarlarını, uzun vadeli çıkarlarına tercih etmekte; ilkeli ve kurallı düşünme ve yaşama yerine, çıkarlarını öncelemekte; uygulamalarını ve davranışlarını da buna göre yapmaktadır. Kısaca ilkesizlik ve işini düzgün ve doğru yapmama zihniyeti, bu tip insanlarda bir “ hayat felsefesi” haline dönüşebilmektedir. Ne demek istediğimi şöyle açıklayayım:
1972 yılında ilçemde belediye başkanlığı seçimi yapılacaktı. Öne çıkan iki aday oldu. Bunlardan biri, ilk okul mezunu, pragmatist, akşamcılığı ile tanınan ve halen de belediye başkanı olan kişi; diğeri ise iktisat fakültesi mezunu, fıtraten içki içmeyi sevmeyen ve görevdeki başkana göre de daha genç ve idealist olan biri. Ben o tarihte daha yeni göreve başlamış bir öğretmendim. Mahallemizde yapacak işleri olmadığı için sık sık bir araya gelen ve aralarında hacılarında bulunduğu bir yaşlılar meclisi vardı, genellikle bu mecliste de dinî konular konuşulur, askerlik hatıraları anlatılırdı. Bu nedenle bu meclise talebelik yıllarımdan itibaren fırsat buldukça ben de iştirak ederdim. Genç olmama rağmen o meclise iştirak edişimin iki sebebi vardı: Birincisi imam-hatip okulunda okumuş olmam hasebiyle akranlarımla vakit geçirmemin ayıplanacağı ve kınanacağı düşüncesi; ikincisi ve en önemlisi ise dinî konularda benden bilgi almaya ihtiyaç duymalarıydı.
Seçim öncesindeki toplantılardan birinde ben de bulundum. Bu toplantıda iki adaydan hangisine oy vereceklerini aralarında tartışmaya başlamışlardı. Ben siyasete katılmama ilkem dolayısıyla fikir beyan etmiyor, sadece yapılan konuşulanları ve tartışmaları dinlemekle yetiniyordum. Çoğunluk, halen belediye başkanı olan adaya oy verme taraftarıydı. Fakat içlerinden biri, “Oyumuzu neden başkana veriyoruz, ona değil de genç adaya verelim” teklifinde bulunmuş ve o genç adayın, üniversite mezunu olduğunu, ilçenin kalkınması için elinde bazı projelerin bulunduğunu ve içki de içmediğini gerekçe olarak ileri sürmüştü. Konumu itibariyle belediye ile irtibatlı olduğu bilinen, mahallemizin de en yaşlı ve etkin kişisi olan bir zat, “Olmaz, olmaz; o bu işi beceremez” diye itiraz etti. Bu teklifi yapan kişi, “ Neden yapamaz? “ diye karşılık verince o yaşlı zat, “Çünkü o, daha acemi, neyin ne olduğunu, belediyede işlerin nasıl yürüdüğünü bilmiyor. İçki de içmiyormuş, mahallelere ve köylere yol açmak için kepçe ve greyder gittiğinde o kepçe ve greyderin şoförlerine içki ikram edilmesini engeller. Zira şoförler, yol açmak için gittiklerinde, mahalle sakinleri ve köyüler daha iyi çalışsınlar diye onlara yemek ve içki ikram ediyorlar. Bunlar olmayınca da gönül koyuyorlar, gönül koyunca da iyi çalışmıyorlar, hatta bazı şoförler hainlik edip aracının bir yerini bozuyor; bir hafta on gün o araç tamir edilmeyi bekliyor, dolayısıyla da iş kaybı oluyor. Belediye başkanı ve herkes bunları biliyor ve gereğini de ona göre yapıyorlar” deyince, hiç kimse bu gerekçeye karşı çıkmamış; dolayısıyla içki içmeyen ve içkiye de şiddetle karşı olduğu bilinen bu zatın sözlerini yadırgamamıştı. Çünkü bu açıklama genel bir zihniyeti yansıtmıştı. Nitekim ilçedeki seçmenlerin çoğunluğu, bu görüşte olmuş olacak ki seçimi, belediye başkanı kazanmıştı.
Mahallemizde bir komşumla birlikte ilk okul arkadaşımın evinin önünden geçiyorduk. Evin önünde bir koyun sürüsü vardı. O komşuma, “Bu ne?” diye sordum. O, maksadımı anladı ve bana “ Ziraat Bankası’ndan bir eksper gelecek, koyunları sayacak” dedi. Ben de “Niye sayacak ?” diye sordum. O da bana “Arkadaşın hayvan kredisi olacak da ondan” dedi. Ben de ona “Onun koyunları var mı?” diye sordum “Hayır yok. O mahalledeki bütün koyunlarını topladı, kendi koyunları imiş gibi gösterecek. Eksper gelince koyunları evin önünde görecek, tutanak tutacak ve gidecek. Sonra da arkadaşın hayvancılık kredisi alacak. Bu işlem bir hafta sonra bir başkası için icra edilecek” demişti. Bu da doğru ve ilkeli bir davranış değildi. Formaliteye uygun görülse de ahlakî ve etik değerlere uygun değildi. Bunu taraflar da biliyor, fakat çıkarları için görmemezlikten geliyordu.
Verilen bu örnekler, yerel bir olguyu yansıtsa da, davranışlarımızı ilkelere ve kurallara göre değil de, çıkarlarımıza göre ayarlama ve yaşama zihniyetimizi göstermesi açısından dikkat çekiciydi. Zira bu ve benzeri olaylar, neredeyse her gün yaşanıyordu. Bu açıdan bakıldığında verilen örnekler, özel bir durumu değil; genel bir zihniyeti de ifade ediyor. Bunun için de şu soruları sormak gerekiyor:
Biz ilkeli ve kurallı bir hayat yaşıyor muyuz, yoksa yaşamıyor muyuz; bir başka ifade ile kurallı ve ilkeli bir hayat yaşamak istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Daha da önemlisi konulan kurallara ve ilkelere ne kadar uyuyoruz ve bu ilkeleri ne ölçüde doğru uyguluyoruz? Mesela, kırmızı ışıkta durmayarak geçen biri, şayet “ Kurallar çiğnenmek için vardır” diyorsa; bir müteahhidin gözünü para hırsı bürümüş, tamahta sınır tanımıyor ve bir an önce köşeyi dönmek istiyorsa; Müslümanım dediği halde bir kişi, yanlış bir tevekkül ve kader anlayışı ile başına gelebilecekleri önceden tahmin edip tedbir almıyor ve üstüne üstlük bir de bile bile veya bilmeden yanlış yaptıkları işler için “Bir şey olmaz” diyorsa; daha da önemlisi Allah’tan, devletten ve halktan korkmuyor, bu nedenle de işini doğru-dürüst yapmıyorsa ve bu zihniyet de toplumun geneline hakim ise, o toplumda işlerin iyi gittiği söylenebilir mi?
Mehmet Akif’in, yüz yıl önce Almanya için söylediği “Dinleri var, işimiz gibi, işleri var dinimiz gibi” sözünün, günümüzde anlamını yitirdiğini iddia edebilir miyiz? Şayet anlamını yitirdiğini söyleyebiliyorsak, “Yüz yılın en büyük depremi” diye tanımlanan Güney Anadolu depreminin yıkımını nasıl açıklayacağız? Zira bu bölgede, deprem şartlarına uygun yapılan ve uygulaması da iyi olan binaların yıkılmadığını[1], buna karşılık eskiden yapılan veya deprem şartlarına uygun olmayan ve uygulaması da iyi yapılmayan binaların ise yıkıldığı görülüyor. Bunu nasıl izah edeceğiz? Bu durumda söylenebilecek son söz, “sünnetullah”ın hükmünü icra ettiğidir. Sünnetullah’ın bilim dilindeki karşılığı ise “tabiat kanunlarıdır”.
Deprem bir kaderdir, çünkü sünnetullahtır, dolayısıyla irade dışı bir hadisedir ve insanoğlunun onu önleyecek bir gücü de yoktur, fakat fay hatlarını tespit ederek oralara bina yapmamak ve yapılan binaları da depreme dayanıklı yapmak, insanın bilgisine ve iradesine bağlı olan bir iştir. Bu nedenle insan, yaptıklarından sorumludur. Nitekim Allah Teâlâ “Hanginizin daha iyi, daha yararlı iş yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratan O’dur”[2] buyurarak, bizden yaptığımız bütün işleri doğru, düzgün ve güzel yapmamızı istiyor; bize sorumluluk yüklüyor, hayatın ve ölümün amacını da buna bağlıyor. Bununla da yetinmiyor “İnsanların hangisinin daha iyi ve güzel amel işlediğini ortaya koyalım diye, yeryüzünde olan şeyleri, yeryüzünün süsü yaptık.”[3] diyerek, imanla birlikte ameli-i sâlihin, kurtuluşa vesile olduğunu/olacağını da açıklıyor. Salih amelin sadece ibadetlerden ibaret olmadığını, bütün işlerimizi kapsadığını da bilmemizi istiyor, zira yeryüzüne salih kulların mirasçı olacağını söylüyor.[4]
Kimi Müslüman, bu tavsiyelere uyuyor, çalışıyor ve çabalıyor. Allah Teâlâ da bu tavsiyelere uyan kullarına, “İman edip salih amel işleyenlere ne mutlu! Onların sonunda varacakları yer ne güzel!”[5] diyerek cenneti vadediyor ve müjdeliyor. Nitekim bu bilince sahip olan Müslüman, bütün işlerini doğru, dürüst ve güzel yapmak zorunda olduğunu; cennete giden yolun yaptığı salih amellerle döşendiğini ve bu ameller sayesinde de cennete girebileceğini biliyor. Bu nedenle Hz. Peygamber’in “İnsan ölünce (salih) ameli kesilir. Ancak üç amel (in sevabı) kesilmez: Sadaka-i câriye, faydalanılan bir ilim ve arkasında kendisine dua edecek hayırlı bir evlat bırakmak”[6] sözünü, kendine rehber ediniyor.
Ne hazindir ki Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in bu tavsiyelerine uymayan, kulak ardı eden kimi Müslüman da çalışamadan, gayret göstermeden ve emek vermeden, kısa yoldan istediklerini elde etmeyi (köşeyi dönme) arzu ediyor. Kimi Müslüman, çalışıyor, çabalıyor, fakat işlerini, bilgisizliği ve ilgisizliği nedeniyle doğru dürüst yapmıyor. Kimi Müslüman ise işlerini doğru yapmaya çalışsa da, iş ahlakına sahip olmuyor, verdiği sözde durmuyor ve sürekli yalan konuşarak insanları, kandırmaya ve aldatmaya çalışıyor. Bu nedenle bu insanlar, “Kırkına kadar para kazanmak için hayatını, kırkından sonra da hayatını kazanmak için parasını harcıyor”, ömrünü dünyevî bir hayat uğruna feda ediyor. Dahası Namdar Rahmi Karatay’ın,
“Fırsatı iyi kolla, olma sakın dangalak;
Genç iken vur partiyi, durma, ye, keyfine bak” diyerek hicvettiği bir hayat anlayışını benimsiyor.
Ya da Şair Nedim’in
“ Gülelim, oynayalım, kâm alalım dünyadan;
Mâ’-i Tesnîm içelim Çeşme-i Nev-peydâdan”
diye övdüğü bir hayatı, gerçek hayat zannediyor, Allah’ı ve ahiret hayatını göz ardı ediyor, unutuyor. Dolayısıyla bu tip inanların, ahiret hayatı için bir endişesi, bir çabası ve bir hazırlığı da olmuyor. Sonuçta bu insanlardan kimi, ödediği nice ağır bedellerden sonra, “Ben nerede hata ettim?” diyerek yaptığı hatalar ile yüzleşirken; kimi de “Kendim ettim, kendim buldum” diyerek pişmanlığını ifade etmek zorunda kalıyor.
Hasıl-ı kelam bir gün gelecek, herkes iyi veya kötü yaptıklarının karşılığını mutlaka görecektir. Yüce Rabbimizin ifadesiyle“ O gün insanlar, bölük bölük kabirlerinden çıkarılacak ve yapıp ettikleri her şey, kendilerine gösterilecektir. Sonunda zerre kadar iyilik yapan kimse, onun karşılığını görecek, zerre kadar kötülük işleyen de onun cezasını çekecektir.” [7]
Dolayısıyla her şeyi en iyi bilen, gören, gözeten, yapılan bütün işleri meleklerine kayıt ettiren ve en önemlisi de kuluna şah damarından daha yakın olan O Yüce Yaratıcı, bizi uyarmakta, hayra, iyiliğe ve güzelliğe davet etmektedir. Nitekim bu deprem sebebiyle bir kere daha görüldü ki cehaletin, ilgisizliğin, boş vermişliğin, kısa vadeli çıkarların, haksız kazanç elde etmenin, aldatma ve kandırmanın hiçbir anlamı ve değeri yoktur; sadece bilginin, ilginin, iyiliğin, güzelliğin, doğruluğun, paylaşmanın, yardımlaşmanın, kısaca erdemli davranışların bir anlamı ve değeri vardır.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] İnternet haber, 11.02.2023 ‘de 6 Şubat 2023 depreminde Hatay-Ezine’de ; 17 Ağustos 1999 depreminde ise Tavşancıl’da tek bir binanın yıkılmadığı haberleri yer alıyor. Toki binalarının yıkılmadığı da görülüyor. Haber 7 com 11.02.2023.
[2] Mülk: 67/2.
[3] Kehf: 18/7
[4] Enbiyâ,21/105
[5] Ra‘d 13/29.
[6] Müslim, Vasiyet, 14.
[7] Zilzâl,99/6-8.
Çok güzel ve isabetli bir zihin analizi olmuş hocam.
Emeklerinize sağlık.
Kaleminiz daim olsun