Seçimler geride kaldı. Rabbim, şer ittifakına imkân vermeyerek İslam ümmetine derin bir nefes aldırdı. Reis’e bir beş yıl daha lütfetti. İnşallah Reis de, şerre fren, hayra motor vazifesini hakkıyla yapmaya devam eder. Geçmişte yapması gerekirken yapmadıkları/yapamadıkları eksiklerini tamamlar. Aile ile ilgili kararlarında KADEM’in etkisinde kalmayarak, nafaka zulmünü ve 6284 sayılı kanunu da ilga ederek bu zamana kadar uygulanan yanlışlara son verirse, eğitime de etkili ve kapsamlı el atarsa, daha adil bir politika izlemiş olur.
Reis’in bir diğer yapacağı hayırlı iş de, yerini doldurabilecek yeni cumhurbaşkanı adayını bu beş yılda vizyona sürüp halka icraatlarıyla ve kabiliyetleriyle tanıtmalı ve halk da yeni aday hakkında mutmain hale gelmeli. Yoksa bu ümmet Kılıçtaroğlu gibi çapsız, kalibresiz ve vizyonsuz birine mahkûm olursa şaşmayın.
Bu arada vatandaşlar olarak bizler de her şeyi Reis’ten beklemeyerek, özellikle İslamî STK’lar saha çalışmasını iyi yapmalı ve gençliğe sahip çıkmalıdır. Şu anda STK’larımız ve vakıflarımız daha çok insani yardım türünden olmak üzere yurt dışı çalışmalarına odaklanmış durumdalar. Yurt içinde gençlik yetiştirme konusunda gevşeme ve ihmal olduğu kanaatindeyim. Elbette yurt dışı insani yardım çalışmaları yapılmalıdır. “Doğudaki bir Müslüman’ın ayağına batan dikenin acısını, batıdaki bir Müslüman duymuyorsa hakiki Mümin olmadığı” inancında olan bir Müslüman olarak, Filistin’de, Afrika’da ve uzak doğuda bulunan Müslümanların problemi benim de problemimdir. Ama bu sorumluluğumuz, yurdumuzdaki sorumluluklarımızı ihmal ettirmemelidir. Bir yeri ayağa kaldırırken diğer yeri yatalak hale getirmemeliyiz.
Bu konularda biraz da öz denetim yaparak kendimizle de yüzleşmeliyiz. Müslümanların iktidarda olması ve bazı nimetler içinde bulunmamız bizi şımartmamalı ve kendimizden geçirmemelidir. “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin” hikmetli sözü üzerinde derin derin düşünmeliyiz. Kendimize “Allah’a karşı kulluk bilincinde olması gereken bu “Ben”, “Ben miyim?” diye sormalıyız.
Ben, bendeki “Ben”i karşıma aldım ve şunları sordum:
Kaptırdın gidiyorsun. Hani derler ya “Bindin bir alâmete, gidiyorsun kıyamete” diye… İşte öyle bir şey… Kendi kıyametini kendin hazırlarsın. Burada kıyameti, “kötü son” olarak anla. Çünkü “Kıyamet, iyiler üzerine kopmayacaktır.” İnsanlar Allah’tan uzaklaşacak, şer ve âdilik adına ne varsa hayatlarına onu giydirecekler. “Allahsız” ve “dinsiz” bir dünya iktidarında, dünyaya tapınan insanlar, işlerine dalmış bir vaziyette iken kıyamet de üzerlerine kopacaktır.
Kıyamet, kâinatın ölümüdür. Senin ölümün de, küçük kıyametindir. Çünkü sen öldükten sonra dünya kapısı kapanmış, artık “cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur” olan “Kabir bekleme salonu”nda kıyameti bekleyeceksin. Kıyametle beraber âlem yeni bir âlem, hayat da yeni bir hayat olacaktır. Bu süreçten sonra ya sonsuza dek cennettesin veya Allah’ın “af” deterjanı ile arınmadıysan günah kirlerinden “cehennem arıtma tesislerinde” arındıktan sonra, tekrar cennettesin. Çünkü ateş, Mü’min için azap malzemesi olduğu gibi, aynı zamanda arındırma malzemesidir de… Bu azabı davet eden de insanın kendisi… İlâhî mesaja kulak verseydi, Allah’ın izniyle o da “cehennem arıtma tesisleri” yerine direk cennete gidebilecekti… Unutma ki “başımıza ne gelirse gelsin, Hakk’tandır, ama geliş sebebi Hakk’tan ayrılmaktandır.”
Evet, bütün bu gerçekler gün ışığı gibi ortada iken “Gidişin nereye?” “Haydi, Allah’ın dinine hizmet için bir faaliyetin olsun” denildiği zaman, aşını, işini, eşini, yaşını bahane ediyorsun. Tamam, da, İslam’a hizmette bayraklaşmış olan geçmiş nesillerin de aşı, işi, eşi, yaşı vardı. “Bir oğlan-bir kız, gerisi vız” diyerek iki çocukta da mıhlanıp kalmamışlardı. En az yedi-sekiz çocuk sahibi idi. Sen kırkına gelmeden yaşını bahane ediyor “bende eski heyecan kalmadı. Artık yaşım ilerledi” diyorsun. Ama Rasûlullah’a (s.a.v) peygamberliğin, kırk yaşında geldiğinden ve Ebu Eyyub el-Ensârî hazretlerini, seksen üç yaşlarında İstanbul surlarına kadar getiren ruhtan haberin yok gibidir. Ya da haberin var da, “rahatım kaçmasın, kurulu düzenimin kılına dokunulmasın, malım canım zarar görmesin” pişkinliği ile ipe un seriyorsun.
Ey bendeki “BEN”, lafa gelince mangalda kül bırakmıyorsun. Sistemin bozukluğundan, toplumsal çürümeden, neslin ahlâken kokuştuğundan, geleceğimizin hiç de iyi olmayacağından, acayip bir şekilde bahsediyorsun. “Gel, bu gidişata “dur” diyebilmemiz için Müslümanlar olarak organize çalışalım, ilmi olan ilmini, parası olan parasını, toplumsal statüsü olan toplumsal statüsünü, zaruri ihtiyaçlarımızın temini ve görevli bulunduğumuz yerde mesaimiz bittiğinde, arta kalan zamanımızla da, bu organize çalışma içinde faaliyet icra ederek “katma değerler” üretelim. Yani bu uğurda sefere çıkalım, zaferi nasip edip etmemek Allah’a aittir. Biz seferden sorumluyuz. Hiç değilse ahirette bir mazeretimiz olsun” diyecek olduğumda, ya nutkun duruyor, ya da -kendinin bile inanmadığı- uyduruk mazeretlerle işin içinden sıyrılıp çıkıyorsun. Mazeret uydurma kolaycılığı seni öyle sarmalamış ki, bu kabuğu çatlatıp gün yüzüne çıkman, zaman alacağa benziyor. Ey “BEN”deki “BEN”, mazeret uydurma, maharet ortaya koy.
Evet, “Gidişin nereye?” Dünyaya çakılıp kalmayacağını da iyi biliyorsun. Ama “Allah’ın sana verdiğinden Ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma” (28/Kasas:77) ayetinin öngördüğü gibi, ebedîliğinden dolayı ağırlığı ahirete vererek dünyadan da nasibini unutmama yerine, Allah sana ne vermişse, bütün bu imkânlarla hep dünyayı arıyorsun. Eğer dünya dağdağası ve debdebesinden zaman artırabiliyorsan, Ahiret yurdundan da nasibini unutmamaya çalışıyorsun. Galiba ayeti tersten anlıyorsun, ya da öyle anlamak işine geliyor. Abdülkadir Geylanî: “Dünyayı kalbinden çıkar at. Sonra cebine mi koyuyorsun, kasana mı koyuyorsun, kesene mi koyuyorsun nereye koyarsan koy, artık sana zarar vermez” diyor. İşte dünyaya karşı duruşunu bu şekilde ayarlayamazsan, onun hâkimi değil mahkûmu olursun. Onu kendine hizmet ettireceğine, sen ona kul-köle olursun. Eşyaya kul olmak, insana kul olmaktan daha aşağılık bir kulluktur biliyor musun?
Sahi “Nereye gidiyorsun?” Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle sıkıntı çekmişler, darlığa düşmüşler ve sarsılmışlardı ki, Peygamber ve beraberindeki Mü’minler, ‘Allah’ın yardımı ne zamandır?’ dediler. Bilesiniz ki, Allah’ın yardımı yakındır.” (2/Bakara:214) buyuran Kur’an mesajı karşısında kafanı iki elinin arasına alıp: “Bugüne kadar ben hangi şeyimi İslam adına riske ettim. Geçmişte Tevhid mücadelesi veren Mü’minler, maddî, manevî bütün varlıklarını ortaya koymuşlar. Acaba bizi; “Babalarımız mı, evlatlarımız mı, eşlerimiz mi, akrabalarımız mı, kazandığımız mallar mı, zarar edeceğinden korktuğumuz ticaretimiz mi, hoşumuza giden evlerimiz mi” Allah’ın dininin yeniden inşası için sefere çıkmaktan geri bırakıyor da, o uğurda sıkıntıları göze alamıyorum ?” diye hiç düşündün mü?
Ey bendeki “Ben” unutma ki, “şerefsiz bir hayatı sırtımda bir kambur olarak taşımaktansa, şerefli bir ölümü tercih ederim” bilinciyle mukaddesleri uğruna ölmeyi göze alamayan bir Mü’min, diriltemez. Topluma hayat verebilmek için, icabederse ölmeyi bilmek gerekir. Nasıl olsa ölmeyecek miyiz? Hiç değilse ölüm bizi, Allah’ın dini uğrunda kafamızı, gönlümüzü, kasamızı, kesemizi, ilmimizi ve zamanımızı sebil ederken yakalasın, istemez misin? “Kulum, sana verdiğim şu nimetlerimin karşılığında ne yaptın?” sorusuna yüz akı ile cevap vermeyi arzulamaz mısın? Bakışından “isterim, arzularım” dediğini anlıyor gibiyim. Ama unutma, her şeyin bir bedeli vardır. Geçmişin Tevhid erleri, bu bedeli ödeyerek Allah’ın katında hak ettikleri yerleri almışlardır. Ya sen “malın ve canın karşılığında cenneti satın almaya?” var mısın?
Musab SEYİTHAN