İnsan eşini, işini, aşını ve dinini seçebilir. Ama anne babasını, akrabasını, cinsiyetini, ırkını seçemez. Çoğu zaman komşusunu ve iş arkadaşını da seçemez. İnsan, fıtri yapısı gereği asla yalnız yaşayamaz ve daima birine ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç onun için doğumundan ölümüne kadar değişmeyen bir olgudur. Doğumunda annesine muhtaç olduğu kadar; hayatında ve ölümünde de birilerine muhtaçtır. İnsan için esas olan yalnız yaşamak değil, insanlarla birlikte bir arada yaşamadır. Birlikte yaşamak, sadece insanlara özel bir olgu da değildir. İstisnaları hariç, hayvan guruplarında da birlikte yaşama söz konusudur. Şayet birileri yalnız yaşıyorsa bu yalnızlık, mecburiyetten kaynaklanan bir durumdur, yoksa fıtratının gereği olan bir yaşama tarzı değildir, dolayısıyla yalnızlık, asla istenilen ve arzu edilen bir durum değildir. Arzu edilen birlikte ve bir arada yaşamadır. Nitekim insan kelimesinin türetildiği “üns” sözcüğün anlamı da yakınlık, aşinalık, tanışıklık demektir. Dolayısıyla bu “yakınlık” özünde hemcinsleriyle birlikte yaşamayı ifade eder. Ancak bu yakınlığın sosyal hayata yansıtılmasında bazı farklılıklar da söz konusudur. Bu nedenle insanların, ilişkilerinde sahip olduğu farklılıkları değil de, ilke ve kuralları ölçüt almasında gereklilik söz konusudur. Bu takdirde insanlar, bir arada yaşama şansına sahip olabileceklerdir. Bir başka deyişle bir kimse, ilişkilerinde “ben”i veya sülale, kabile, cemaat ve ideoloji anlamındaki “biz”i değil de; insan anlamındaki “biz”i ve evrensel ahlaki değerleri ölçüt aldığında, bir arada yaşama imkanına kavuşmuş olur. Ne var ki günümüzde insanların çoğunluğu, insanı değil de; kabilesini, grubunu ve cemaatini, kısaca kimliklerini “biz” olarak görüyor, dolayısıyla “biz” den olmayanları ötekileştiriyor. Hatta “narsis merhamete” sahip olan Batılılar gibi, kendilerinden olmayanları itibarsızlaştırıyor, kendilerinden olanlara gösterdikleri merhameti ve hoşgörüyü de kendilerinden olmayanlara göstermiyor.
Şunu unutmamak gerekir ki her insan, seçtiği veya seçemediği kişilerle birlikte, bir mekanda, bir ortamda, bir yörede veya bir ülkede yaşamak zorundadır. Fakat bu zorunluluk, insanların aynı düşünce, aynı fikir, aynı inanç veya aynı kültür içinde olmalarını gerektirmemektedir. Her insanın fıtrî yeteneği, bilgi bikrimi ve tecrübesi aynı olmadığı için, düşünce ve inanç farklılıklarının olması da gayet tabiîdir. Bu nedenle her insandan bu gerçeğin farkında olması ve farklılıklarla birlikte bir arada yaşamasını öğrenmesi beklenir. Nitekim insanlar, tarih boyunca birlikte yaşamanın önemini ve zorunluluğunu kavradıkları için, birlikte yaşamanın kurallarını ve ilkelerini belirleme ihtiyacı hissetmişler ve bunun çabası içinde olmuşlardır. Böylece birlikte yaşamanın getirdiği sorunları asgari düzeyde tutmaya çalışmışlardır.
Yaşanan tecrübeler, önerilen ilke ve kuralların insanın fıtrî yapısına, toplumsal dinamiklere ve dinî kurallara göre tanzim edildiğinde, birlikte yaşama şansının arttığını; aksi durumlarda ise azaldığını göstermiştir. Bunun farkında ve bilincinde olan insanlar, kurallı bir hayatın, hem kendileri için, hem de toplumun huzuru ve mutluluğu için gerekli olduğunu; kuralsız bir hayatın ise hem kendileri hem de toplum için kaos, anarşi, mutsuzluk ve umutsuzluk olduğunu çok iyi anlamışlardır. Bu nedenle de “ En kötü kural, kuralsızlıktan iyidir” sözünü, kendileri için rehber edinmişlerdir.
Bunun farkında ve bilincinde olmayan fertlerden oluşan toplumların ise, içler acısı durumları ortadadır. Her gün televizyonlarda izlediğimiz o acıklı manzaralar, bizim için birer ibret vesilesidir. Seneler önce mezhep savaşlarıyla acı tecrübeler yaşayan Batının yaşadıklarını, maalesef bugün tarihten ders almayan Müslümanlar yaşamaktadır. Bu durum, aynı zamanda Batının hedonist, egoist ve pragmatist anlayışlarına esir olup da, hasbiliği terk eden ve hesabiliği ise ilke haline getiren Müslümanların da acıklı halini gözler önüne sermektedir. Çok acı olsa da yaşanan gerçek budur.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen bireyciliği bırakıp, bireyselciliği benimsediğimiz, ilke ve kuralara göre yaşama tarzını seçtiğimiz takdirde, birlikte yaşama kapılarının açık olduğunu da bilmek gerekir. Bunun için de yapılması gereken şey, birlikte yaşamanın ilke ve kurallarını tespit etmek; bunları benimsemek, içselleştirmek ve imkanımız ölçüsünde sosyal hayatımıza yansıtmaya çalışmaktır. Bu temel dinamiklerden birincisi, fıtrî ve ahlakî, diğeri de hukukî kurallardır. Bu ilke ve kurallar, Müslümanlar tarafından öğrenilip içselleştirildiği dönemlerde birlikte yaşamanın ana unsurları olurken, maalesef günümüzde büyük ölçüde etkinliğini yitirmiş bulunmaktadır.
Mesela yardımlaşma, paylaşma, iyilikte bulunma, iyilikte yarışma ve yapılan iyilikten bir karşılık beklememe, birlikte yaşamanın ahlâkî ve insanî boyunu oluşturmasına rağmen, ne hazindir ki kimi insanların yaptıkları yardımları Allah rızası için değil de, bir karşılık bekleyerek yaptıkları ve beklediği bu karşılığı göremeyince de yaptığı iyiliği “başa kattığı” görülmektedir. Bu da sosyal ilişkileri zedelemekte, birlikte yaşama arzusunu ve iradesini yok etmektedir. Bu nedenle Kur’an, insan onurunu inciten ve yaralayan her davranışı kınamakta, ve yapılan iyiliklerin başa kakılmamasını istemektedir:
Nitekim “ Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da yaptıkları bu iyiliği başa kakmayan kimseler Allah katında mükafatlarını mutlaka alacaklardır. Onlar için korku söz konusu olmayacak ve onlar asla üzülmeyeceklerdir.
Unutulmamalıdır ki gönül alıcı güzel bir söz ve bir kusuru bağışlama sonradan başa kakılan iyilikten daha hayırlıdır. Allah Ganî’dir, yaptığınız iyiliklere muhtaç değildir, Halîm’dir, başa kakıp inciterek yardım edenleri cezalandırmada acele etmez.
Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmayan ve insanlara gösteriş olsun diye malını dağıtan kimse gibi, siz de verdiklerinizi baş kakarak insanları incitip boşa çıkartmayın. Zira gösteriş için yardım yapanın durumu, üzerinde azıcık toprak bulunan bir kaya gibidir. Bu kayaya şiddetli bir yağmur yağınca toprağını alır gider, geriye sadece çıplak bir taş kalır. (Gösteriş için iyilik yapan) bu kimseler, yaptıklarından hiçbir sevap elde edemezler. Allah kafirleri umduklarına asla kavuşturmaz” [1]
Bu ayetleri ne zaman okusam veya hatırlasam, ya da yapılan iyiliklerin başa kakıldığını görsem veya duysam, hemen aklıma Ömer Seyfettin’in, “Diyet” hikayesi gelir. Nitekim 6 Şubat depreminde depremzedelere yaptıkları yardımları, bazı insanların başa kaktıklarını duyduğumda, bu ayetleri ve hikayenin kahramanı Koca Ali’yi bir kere daha hatırladım. Bu hikayesinde Ömer Seyfettin, Koca Ali isminde ünlü bir demirci ustasının onurlu davranışını, incinen onurunu telafi için kolunu kesip kasabın önüne fırlatışını enfes üslubuyla anlatır:
Koca Ali, gösteriş yapmaktan uzak, mütevazı bir hayat yaşayan, sessiz, sakin ve onurlu bir kılıç ustasıdır. İyi bir sanatkar olduğu için de yaptığı kılıçlar, nam salmıştır. Bir gün geç saatlere kadar çalıştıktan sonra Koca Ali, dükkanını kapatır ve namaz için mescide gider, fakat namazdan sonra hemen dükkanına dönmez, canı biraz yürümek ister. Fakat gece yatsıdan sonra dışarı çıkmak yasaktır. Dolaşırken gece bekçilerine rastlar. Bekçiler de Koca Ali’yi tanırlar ve ona ortalıkta dolaşmamasını, hemen mekanına gitmesini söylerler. Koca Ali dükkanına geldiğinde kapının aralık olduğunu görür, fakat önemsemez, yatağına yatar ve uykuya dalar.
Sabah kapısının hızlı hızlı çalınışıyla uyanan Koca Ali, kapıyı açtığında gelenlerin gece bekçileri olduğunu görür. Bekçiler ona bir beyin mandırasında hırsızlık yapıldığını, bu nedenle dükkanını arayacaklarını söylerler. Arama sonunda bir koyun derisi bulurlar. Koca Ali, buna çok şaşırır ve “Ben çalmadım” der. Ama gece geç saate kadar dışarıda dolaşması, derinin dükkanında bulunması, Koca Ali’nin suçlanmasına yeter ve artar bile. Neticede mahkeme onu suçlu bulur ve sol kolunun kesilmesine karar verir. Koca Ali “Kolumu bırakın, kafamı kesin” dese de bir işe yaramaz. Verilen hüküm icra edilecektir. Bunun üzerine Ali’yi sevenler onu kurtarmaya karar verirler ve şehrin en büyük zenginini Hacı Mehmet’e başvururlar.
Mehmet Bey zengin olsa da çok cimridir. Küçük bir dükkanda kasaplık yapmaktadır. Ondan Ali’nin diyetini ödemesini isterler, o da Koca Ali’nin, ölene kadar kendisine hizmetçilik yapması karşılığında diyetini ödeyebileceğini söyler. Bu teklif Koca Ali için ölümden beterdir. “Kula kul olmak” ve “birisine gönül borcu duymak” onun için acıların en büyüğüdür. Ama başka çaresi de yoktur, ya kolunun kesilmesine , ya da diyete razı olacaktır. Sonunda Koca Ali, ömür boyu Hacı Mehmet’e hizmet karşılığında diyete razı olur. Hikayenin devamını da Ömer Seyfettin’ den nakledelim:
“Hacı Kasap, kesilecek kolun diyetini yargıca saydığı gün Koca Ali’yi arkasına taktı. Dükkânına getirdi. Bu adam pek titiz, pek huysuz, oldukça çekilmez biriydi. Asla durmadan dırdır söylenirdi. Cimriliğinden şimdiye kadar bir hizmetçi, bir çırak tutamamıştı. Koca Ali’yi eline geçirince derhal dükkânının köşesinde bir set yerleştirdi. Üzerine bir şilte koydu. Geçti, oraya oturdu. Her şeyi ona yaptırmaya başladı. Fakat her şeyi… Sabah namazından beş saat ilkin kentten iki saat ötedeki mandırasından o gün satılacak koyunları ona getirtiyor, ona kestiriyor, ona yüzdürüyor, ona parçalatıyor, ona sattırıyor… ta akşam namazına kadar durmadan buyruklar veriyordu. Zavallıya yedirdiği, içirdiği yalnız bulgur çorbasıydı. Kimi zaman kendi artıklarını köpeğe verir şeklinde önüne atardı. Geceleri dükkânı baştan aşağı yıkatıyor, uykuya yatmadan ertesi sabah için koyun getirmek suretiyle mandırasına yolluyordu. Odununu bile ormandan ona kestiriyor, suyunu ona taşıtıyor, her işi, her işini ona gördürüyordu. Hatta evinin bahçesindeki lağım kuyusunu bile ona temizletti.
Koca Ali mütevazı suya bulgur çorbasıyla bu kadar sıkıntıya senelerce göğüs gerebilecekti. Fakat Hacı Kasap’ın ikide bir:
– Ulan Ali!… Kolunun diyetini ben verdim. Yoksa çolak kalacaktın!… diye yapmış olduğu iyiliği tekrarlamasına dayanamıyordu. Bir gün, iki, üç gün dişini sıktı. Hacı Kasap’a köle bulunduğunun tam haftasıydı. Günlerden cumaydı… ( Hacı Kasap ona ) ‘Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba!’ dedi. ‘Ben olmasaydım şimdi çolak kalacaktın…’
Koca Ali karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonrasında birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üzerine koydu. Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki… O anda kopan kolunu tuttu. Görmüş olduğu şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasap’ın önüne:
– Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı.” [2] Sonra da geldiği gibi çıkıp gitti.
Uzun lafın kısası Kur’an’da zikredilen ve üzerinde önemle durulan “iyilikleri başa kakmama” ilkesi, her şeyden önce insana saygıyı ve insan onurunu korumayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla insandan istenen ve beklenen de bu amaca uygun davranışlar sergilemesidir. Bunun için de insanın ibret alacağı hikayelere ihtiyacı vardır. Nitekim “Diyet” hikayesi, bunun güzel bir örneğini bize sunmaktadır.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Bakara,2/262-264.
[2] Hikayenin tamamını internet sitelerinden zevkle okuyabilirsiniz.
Ne ara insanımız bu hale geldi? İyi ki azınlıktalar. Bir elinin verdiğini diğerinin görmediği ve yaptığı iyiliği başa kakmayanlara selam olsun.
Çıkar için iyilik yapmak veya yaptığı iyiliği başa kakmak ne yazık ki çağımızın en yaygın hastalığı haline geldi. Bu, kapitalist batı kültürünün toplumumuza armağan! ettiği bir durumdur. Çünkü böyle bir yaklaşım ne dinimizde ne de kültürümüzde mevcuttu. Maalesef bu ayrık kültür iliklerimize kadar işlemiş durumda. Özellikle deprem konusundaki yardımları oya tahvil etmeye çalışan ve bundan sonuç alamayınca acılı depremzedelerin başına kakan bazı çevreler bu durumu apaçık deşifre etmiş oldular.
Celal Hoca bu konudaki ölçüyü ne güzel ortaya koymuş;
“Yardımlaşma, paylaşma, iyilikte bulunma, iyilikte yarışma ve yapılan iyilikten bir karşılık beklememe, birlikte yaşamanın ahlâkî ve insanî boyunu oluşturmasına rağmen, ne hazindir ki kimi insanların yaptıkları yardımları Allah rızası için değil de, bir karşılık bekleyerek yaptıkları ve beklediği bu karşılığı göremeyince de yaptığı iyiliği “başa kattığı” görülmektedir. Bu da sosyal ilişkileri zedelemekte, birlikte yaşama arzusunu ve iradesini yok etmektedir.”
Kaleminize sağlık hocam.