Bu gemi yalnız gitmez, akasında hüzün var;
Uğurlayan gurubun yalnızlığı dağ kadar!
Kuşatan korkuların telaşı ırmak gibi,
Ölenle yürüyenler bir etle tırnak gibi.
Bu gemiye binende artık imtiyaz kalmaz,
Hesabı yanındadır; hiçbir haksızlık olmaz!
Ölümün çekirdeği ekilmiş ruhumuza,
Besleyip büyütürüz bizi taşır sonsuza.
Devre mülktür bu dünya; göçmek için konarız,
Gidenlere yansak da, yarınında biz varız.
Dönüp kendine bakmaz uyar kalabalığa,
Gün gelecek kendi de düşecektir bu ağa.
Ölene ağlamayın, dert kalanın başında;
Hangi kader gülmüştür kazanma savaşında?
Bir imtiyaz alanı açmak varsa orada,
Cenneti kazanmanın anahtarı burada!
Ayrıcalığı yoktur; bu gemi çok yük taşır,
Herkes o son menzile bu gemiyle ulaşır!
Ölüm, hayatın hükümdarıdır! Hepimiz, henüz ölümü yaşamadan, hayatımızın değişik safhalarında ölümün duygularımıza yerleşen hüznüyle sarsılırız. Günü gelince de, onun kaderimizdeki son düğümünde belki de dünyadan elimizi eteğimizi çekerek gideriz. Bunu, bir ölüm yolculuğu olarak gördüğüm evinden mezarına taşınan bir insanın tabutunda anlatmaya çalıştım. Giden cenazenin arkasındaki insanların duygusal dalgalanmalarına işaret olarak bakabilirsek, ölümün hayatımızdaki zaruretini daha kolay anlamış oluruz gibi geliyor bana.
Hayır, değil. Tam aksine o hayatın beşeri yüzüne bakmış, ben de uhrevi yüzünü dile getirmeye çalıştım. Bugün, birçok insanın ölüm tiradı olarak gördüğü “Sessiz Gemi”, aslında, dünyadan göçenin değil, dünyaya dört elle sarılanın aşk isterisini anlatır. Nasıl ki, Merhum, Yahya Kemal, sevgilisi Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanımı uğurlarken ‘Sessiz Gemi’ diye iç çekmişse, ben de, evinden uğurlanan bir insanın yakınlarının da hayatın karmaşık telaşıyla ruhen içinde yer aldığı o geminin sesiz olmadığını, dillendirmek istedim. Bakınız, şairin sanatkârlığı mıdır, yoksa bu uzaklaşmayı ölüme benzetmenin doğurduğu ruh buhranı mıdır bilemiyoruz? Giden sevgiliye aşkının sonunda ölmüş olarak görmek gibi bir çaresizliği yansıtıyor gibi geliyor bana. Bu şiirini şair, bugün hepimizin ortak duyarlık alanını ifade eden, “Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden, / Birçok seneler geçti dönen yok seferinde”, mısralarıyla tamamlar. Bu ifadeler ölümün akıbetini anlatır, değilse sevgilisinin dönmemesini değil.
Aşkın gerçeğini yansıtan o şiir, hayatın gerçeğini yansıtan şiirimden farklılıklar ortaya koysa da, bir yanlışın düzeltilmesi olarak görülür mü bilemiyorum? Çünkü o gemi, günü gelecek bizi de taşıyacaktır. Üstelik bunun içerisine kendi yarınımızın ihtimallerini de görmek gerektiğine inanıyorum..
Çünkü doğarken hayat çekirdeğimizin besleyici tek unsuru ölüm olayıdır. Kuran’da Yüce Yaratıcımız; “Her canlı ölümü tadacaktır”, ifadesiyle, bu gerçeği bizim dikkat alanımıza çekmek istemiştir. Hatta bir başka ayetinde ise, “Size ölüm geldiği zaman onu ne bir saat öne alabilirsiniz, ne de bir saat geciktirebilirsiniz”, diye bir kesin uyarıda bulunur. Sanırım Mevlana bu yüzden ölüme ‘Vuslat’ demiştir. Ona göre sevgiliyle, yani Yaratıcıyla buluşmanın ilk işareti bu ifadedir. Sanırım bunun için kendisinin ölümüne ‘Şeb-i Arus’ (düğün gecesi)la bir imtiyaz alanı oluşturmuştur.
Şairlerimize dikkat eder misiniz? Ölüm karşısında teslimiyetten öteye geçemeyen ifadeleriyle bir kabul anlayışı geliştirmişlerdir. Necip Fazıl’ın ölümün güzel yüzünü anlatan şu ifadesi derin bir anlayışa dayanmalıdır:
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?”
Kahramanlığın ruhumuza bir abide gibi işlenen vatan uğruna ölmek idealini unutmak mümkün mü? Şair bunun için, söylemiş şu ideal armasını:
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır!”
“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı,
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı!”
Yunus’umuz, “Yalancı dünyaya konup göçenler,/ Ne söylerler ne bir haber verirler!” derken, ölümün muammasına işaret eder. Öyle ya, ölenden haber beklentisi taşıyanlara da böyle bir uyarı gerekli olmalıdır. Onun ölümü tende görmesi de biyolojik gerçeğin ifade ediliş şeklidir. Bu uyarısını da şu mısralarıyla temellendirir: “Ten fânidir can ölmez, çün gittü geri gelmez, / Ölür ise ten ölür canlar ölesi değil.” Çünkü ölüm irade defterinin ebediyen kapanması şeklinde algılanmamalıdır. Bedenin ölmesi, ‘can’ dediği ruhun ölmesi değildir. Onun için de ölenden haber beklenmemelidir.
Fuzûlî ise; ‘Ey gönül, canımızı almayı cananımız; sevgilimiz dilemişse, onu vermemek mümkün değildir, kavga etmemize gerek yok, çünkü can ne senin ne de benimdir’ der:
“Canı canan dilemiş vermemek olmaz ey dil,
Ne niza eyleyelim ol ne senünder ne benüm”
Madrit’te elçi iken, kendisine İstanbul’un nüfusunu sorarlar. Bunu Türkiye’nin nüfusu olarak da anlatanlar vardır. O da; “ 30 milyon” der. Hâlbuki o yıllarda İstanbul’un böyle bir nüfus kesafetine ulaşmış olması mümkün değildir. Kaldı ki, bir asra yakın zaman geçmiş olmasına rağmen, bugün de bu miktarda bir nüfusu yoktur İstanbul’un. Soruyu soranlar, şaşkınlıklarını ifade edince, işte bir yaşama disiplini ve bir varlık üslubu olan milli duyarlılığımızı dile getirir ve der ki; “Biz ölülerimizle birlikte yaşarız!” Bu ne demektir? Biz ölülerimize sadakatimiz vardır. Onların hatıralarıyla geleceğimize bir hayat seyri oluştururuz. Bu, şiirlerimize, türkülerimize, destanlarımızı kadar edebiyatın her alanına sinmiş bir uhrevi bağımlılıktır.
Sanırım insanımızdaki ölüm karşısındaki hassasiyetime sizler de sahipsinizdir; bir yakınınızı kaybettiyseniz, onun hüznünü öleceğiniz zamana kadar duygularınızdan çıkarıp atamazsınız. 60 yıl önce annemi kaybetmiştim, bugün hala her ölüm olayında onu anarım:
“Rengim geçti, kırık dökük bir gülüm,
Söyleyin bülbüle buda gezmesin.
Neşem söndü, boynu bükük sümbülüm
Ceylan basıp dallarımı ezmesin.”
Ölümlü yalanın hayatımıza hâkim olma kaygısına sahip olanların bir gün ölümsüz gerçeğin tunçtan dağına çarpan yürekleri şaşkınlık yaratsa da kaderlerini değiştiremezler.
Ölümler bizde bir ıstırap yumağıdır, ancak ‘ölenle ölünmez’ ifadesiyle de bir teslimiyet şuurunu verir bize. Öleni ebedi istirahatgahına bıraktıktan sonra, insanlar birkaç gün içerisinde günlük hayatın seyrine taşınırlar. Bu, üzerimizde gezinen bir bahar bulutu gibi ölümü unutmak değil, ölümün gölgesinde dengeli yaşamamıza kapı açmalıdır.
İlahi kaynaklarda, İlk Peygamberi’ne bin yıla yakın, Son Peygamberin ise 63 yıl ömür kullandığından söz edilmektedir. Bize verilen ömrü ise kader ilmeğimize bağlı olarak serbest bırakılmış, ancak bu İlk Peygamber Hz. Âdem’in ömrüne doğru bir işareti ifade etmemelidir. Bakınız, dünyanın kaynaklarını soyarak zenginleşen Rockefeller, sınırsız sağlık harcamalarına rağmen, 200 yıl yaşayacağını söylüyordu. Sayısız ameliyatlar, kalp nakilleri geçirerek ölmemeye direndiyse de, bir ıstırap yumağı halinde yaşayabildi ve 102 yaşında hayatını kaybetti. Çünkü ömrün uzun olması, hayatın güzel olması anlamına gelmemektedir!
MUHSİN İLYAS SUBAŞI
YAZARIN DİĞER YAZILARINI OKUMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
MİRATHABER.COM – YOUTUBE