Ruhlarını ve bedenlerini satmayan Son Peygamber’in (ve ailesinin/kabilesinin) başına gelenlerle, onun ümmetinden çağdaş bir âlimin sözleri, nice ibretleri içinde barındıran hikmet damlalarını yüreklerimize taşımakta, kalplerimizi acıtmaktadır. İşte özgürlük ve kulluğu, dünya ve hazlarına tercih edenlerin hikâyesi budur.
Beden ve ruhun “mükemmel” birleşimi olan insan, varoluşunun kutsiyetini her dâim hatırlamaz. Yeme, içme ve cinsellik insanların bedeni yönüne tekabül eden hayvanî ruhunun fiilleridir. İnsanın bir de ilâhi nefesten üflenmiş ruhu vardır ki, o da varoluşunu aşkın hakikatler için devam ettirir. O ruhtur ki, bedeni bir hapishane, bir cendere, bir hücre kabul eder. Dünya denizinin kirlerinden kurtulmak ise, bedenin/nefsin isteklerine karşı “büyük cihadı” gerçekleştirmekle mümkündür.
Dünyeviliklerle insanları terbiye etmeye çalışan zâlim ve tağutlar, özgürlük ve aşkınlığın hazzını tatmayan gâfillerdir. Güçlü ve zorbanın yanında onunla bir ve beraber olanlar, ebedî olan ve lezzetleri dünya kelâmıyla ifade edilemeyen güzellikleri göremeyecekler ve hatta kokusunu alamayacaklardır. Geçici olan, çabuk biten, sönen ve yok olan varlık ve zenginlik, Hz. İbrahim’in tevhid sancağıyla yaptığı mücadelede yerle bir oldu.
Rahman ve Rahîm, nimetlerine karşı nankörlük edenleri ve hatta kendisini inkâr eden münkirleri, dünyada verdiği nimetlerden mahrum bırakmamıştır. Bu nimetler, kimileri için bir ödül ve mükâfat, kimileri için ise bir ceza ve mücazattır.
Yaratılmışları, hayatlarını sürdürecek yiyecek ve gıdalardan yoksun bırakanlar, “hayvanlar gibi, hatta onlardan daha aşağıdırlar.” Hayvanları bile aç ve susuz bırakmak, Yaradan’ın nezdinde büyük afetlere sebebiyet verecek kadar ağır bir cürümdür. İnsan ki, ilahî nefesten nasiplenmiş bir yaratılmış olarak, zâlim uygulamalara maruz kaldığında yer ve gök ağlar ve lanet eder…
Susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeğe, tehlikeleri göze alarak su vermek için kuyuyu girip de ayakkabısıyla suyu çıkarıp da hayvana veren -İsrailoğullarından kötü eylemler yapan- bir kadın, günahları bağışlanarak Gafur’un merhametine uğramıştır.
Ancak Hz. Peygamber’in canı, Hz. Hüseyin ve ailesinin Kerbala’da, zâlimler tarafından aç ve susuz bırakılarak acımasızca ve vahşice şehit edilmesi, Müslümanları yüzyıllarca ağlatan hüzün zamanlarıdır…
Zorunlu olarak mahrum bırakma, boykot ve dışlama olarak tanımlanır. Özgürlüğün ve baş eğmemenin diyetidir boykot. Mahrum ve mahzun bırakma, mazlum olmakla sonuçlanır. Koşulsuz itaat ve diz çökmeye direnenler, Hakk’ın mazlumları olarak, iki cihanın altın anahtarlarına sahip olurlar. Hakikat Elçileri’ne yapıldığı gibi, “boyunları bedenlerinden testereyle ayrılsa da, etleri demir taraklarla lime lime edilse” de, onlar Cebbar’dan başkasına secde etmezler.
Bir de gönüllü, iradî boykot vardır ki, bu nefsin azmanlaşmış ve azgınlaşmış bitmeyen taleplerine zincir vurmak için yapılır. Bu da mükâfatını Âlemlerin Rabbi’nin vereceği kulluk, oruçtur. Bedenlere hâkim olmaya çalışan nefis, ilahî bir kalkan olan oruçla büyük meydan savaşına girer. Yemek, içmek, şehvet, ihtiras ve hırs, nefsin en yakın dostlarıdır. Nefis ve yakın dostlarının en büyük ortak düşmanı, rıza-i Bâri için tutulan oruçtur.
Nefsin bedeni, sonra da ruhu ele geçirmesine izin verilmemesi için, Hâkimler Hâkimi, savmı kullarına hediye etmiştir. Savmla, ruh da, beden de özgürlüğüne kavuşur. İrade ve aklıyla hakikat âleminin yüceleri/uluları arasına dâhil olur.
Ancak, zulümlerin en kötüsü ise; Ramazan ayında, (nefis ve hazzın kölesi olmamak için ilahî nefesle dirilen ruhla, en güzel şekilde yaratılmış bedenin yaptığı mücadele yapılırken) zâlim ve güçlülerin, inananları dünyeviliklerle yola getirmek için açlıkla ve susuzlukla tehdit etmesidir.
Hz. Peygamber’e (s) Mekke’de yapılan üç yıl süren sosyal, siyasal ve ekonomik boykot; ve Son Peygamber’in (s) ataları Hakk’ın ve Tevhid’in Elçileri Peygamberlere uygulanan yaptırımlar, boykotlar, işkenceler, zulümler ve ihanetler… Ve çağımızda; kardeşlerinin Hz. Yusuf’a karşı yaptığı acımasız ve vicdansız uygulamaların benzerlerini yapmak… Tüm bunları anlatmak ve dinlemek, kalpleri acıtmakta, zihinleri yaralamaktadır.
Hâlık, geçmişin hikâyesini insanlara sunarak/hatırlatarak, hakikatin ışığıyla inananları ve inanmayanları ikaz etmektedir. Allah’ın Kelâm’ındaki kıssalardan hisse çıkaramayanlar, Kahhâr’ın gazabına muhatap olmaktan iki cihanda da kurtulamazlar.
Ruhlarını ve bedenlerini satmayan Son Peygamber’in (ve ailesinin/kabilesinin) başına gelenlerle, onun ümmetinden çağdaş bir âlimin sözleri, nice ibretleri içinde barındıran hikmet damlalarını yüreklerimize taşımakta, kalplerimizi acıtmaktadır. İşte özgürlük ve kulluğu, dünya ve hazlarına tercih edenlerin hikâyesi budur.
“Resûlullah’ın soyunun toplum dışı bırakılmasına, onların boykot edilmesine karar verdiler ve bununla ilgili olarak “Onlarla (yani Resûlullah’ın mensubu bulunduğu Benû Hâşim ailesi ile bunların müttefikleri ve akrabası, yani umumiyetle Benû’l-Muttalib) ile konuşulmasını, onlarla birlikte oturulmasını, kız alıp verilmesini, ticarî münasebette bulunulmasını ve ayrıca Muhammed’in kafası koparılmak üzere kendilerine teslim edilmesine kadar onlarla bir sulh ve emân (himâye) anlaşması aktedilmesini” yasaklayan bir karar Mekkeli müşrikler tarafından alındı. Kureyşliler bu konuda o derece kararlı ve azimliydiler ki bu kararların üzerine yazılı bulunduğu vesikayı Kâ’be’nin iç duvarına astılar.
Kureyşlilerin an’anevî müttefikleri Ehâbîşler de bu boykot hareketine katılmışlardı. Bu yasaklamalar senelerce sürdü. Resûlullah, zevcesi Hatice, amcası Ebû Tâlip ve Müslüman olsun, müşrik olsun (amcası Ebû Lehep müstesna, çünkü o, zalimlerle birleşmiş ve şehirde kalmıştı) bütün diğer akrabaları, Mekke dışında Şi’b Ebî Tâlip adlı bir küçük vadiye sığınmaya mecbur kaldılar. Bu boykot hareketinin ortaya çıkmasıyla içine düştükleri sefaletin eski kaynaklar yoluyla bize ulaşan tarihî anlatımı pek dokunaklıdır. Burada zulüm görenlerden birinin bize anlattığına göre bir gece, uzun bir zaman evvel kesilmiş bir hayvanın artığı olan bir deri parçasını bulduğunda bunu suda kaynatıp yemek düşüncesiyle büyük bir sevince gark olmuştu. Bir gün Hatice’nin şehirde kalan müşrik yeğenlerinden birinin, içinde yiyecek bulunan bir paketi teyzesine göndermesi, şehirde kanlı bir kavganın çıkmasına sebep olmuştu. Hiç şüphesiz, Eşhuru’l-Hurum (Mukaddes Aylar) esnâsında, dışardan gelen hacı adaylarından hububat temin edilmesi imkânı doğuyordu; şurası var ki şehirde cereyan eden bütün ticarî ve iktisâdî imkânlardan mahrum kalan bu mülteciler muhakkak ki kısa zamanda ellerindeki parayı da tükettiler.
Bir yandan şehrin ileri gelenleri bu boykot hareketine bir son verilmesini arzu etmişler, diğer yandan zaman itibariyle üst üste gelen bir takım tuhaf olaylar, bu sosyal boykotu sona erdirmiştir. Bir taraftan şehrin insaniyet sever bazı kimseleri, boykotun tamamen, hiç olmazsa kısmen kaldırılmasına karar verilmesini istemek üzere bir araya geldiler. Bunlardan biri, altı kadar arkadaşını toplayarak hiç olmazsa kendi soy ve aileleri üzerinden bu cemiyet dışı bırakılma muamelesinin kaldırılmasına karar verdirebildi. Muhtemeldir ki bu boykot dolayısıyla diğerlerinden daha çok zarar gören şehir tüccarları da bu karara katılmışlardır.” (Muhammed Hamidulllah, İslâm Peygamberi, I, 113-114)
İlke, inanç ve şerefi için ülkesine terkederek acı ve zulümlere muhatap olan -İslâm dünyasının önde gelen âlimlerinden- Yusuf el-Karadavi’nin açıklaması “Peygamberlerin varislerine” yakışır vasıflar taşımaktadır:
“Katar’da başım dik bir şekilde şerefimle yaşadım. Kimse beni hayatımda bir gün dahi münafıklıkla itham edemez. Şayet münafık olsaydım, zalim devlet başkanlarının arabalarına binseydim vatanımda kalabilirdim. Çok küçük tavizlerle benden daha düşük mertebedekilerin dahi ulaştıkları makamlara ulaşabilirdim. Fakat ben dinimi, ilkelerimi muhafaza etmeyi duruşumda sebat etmeyi tercih ettim ve zalimlere meydan okuyarak şunu dedim;
Ellerime kelepçe vurun, kırbaçlayın, bıçağa yatırın fakat bilin ki fikrimi bir saat dahi esir edemeyeceksiniz. İmanımın nurunu söndüremeyeceksiniz. İmanın nuru kalbimde, kalbim de Rabbimin ellerindedir. Rabbim benim yardımcımdır.
Akidemi muhafaza ederek yaşayacak dinimi ihya etmiş olmanın süruruyla öleceğim.
Ben asla dinimde dalkavukluk yapmam.” (Gazeteler)
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi