Bu ümmet ne çekmişse ifrat ve tefritçilerden çekmiştir. Birileri dinde olanı yok sayarken, diğerleri de, dinde olmayanı dine ilave etmiştir. Yani birisi dine zam yaparken, öteki de dinde iskonto/indirim yapmıştır. Birisi geçmişi sorgulamadan körü körüne toptan kabul edip günümüze taşırken, öbürü toptan reddederek geleceğini, “reddi miras” üzere şekillendirmeye çalışmaktadır. Birisi, “geçmişteki âlimler, ayet ve hadisleri hep yanlış anlamış veya çarpıtmış” derken, diğeri geçmişe hiç toz kondurmadan yanlışını da doğru kabul ederek günümüze taşımaktadır.
Bu işin bir orta yolu elbette vardır. Her şeyden önce İslam, değişmeyen sabitleri ve değişen dinamikleri ile hayatın tümünü kucaklayan bir nizamdır. Yani İslam’ın değişmeyenleri olduğu gibi değişime açık yönleri de vardır. Allah ve Rasûlü (sav), her alana değişmez kurallar getirmemiştir. Bir takım sosyal, ekonomik ve siyasî alanları ümmetin ictihâdî tespitlerine bırakmıştır.
Olaylara göre, bazı hükümler için nass/ayet ve hadis getirilmeyip sükût edilmiş ve mevcut nassların ışığında anlaşılmaya çalışılması için Müslüman akıllara terkedilmiştir.
Ya da hükümleri ortaya koyan nassların ifade biçimleri genellikle, birbirinden farklı birçok anlayışı, görüşü ve ictihadı bünyesinde barındırabilecek surette geniş ve esnektir.
İslam’ın değişime açık hükümleri günümüze uyarlanırken, dinin ana kaynağı olan Kitap ve Sünnetle, bu iki kaynağı referans alarak hüküm çıkaran müctehid imamların konumları iyi ayarlanmalıdır. Yani kaynakla, kaynaktaki nassları yorumlayan âlimler aynı kefeye konulmamalı; fakih, nass yerine konuşlandırılmamalıdır. “Nass ne derse desin, beni mezheb imamımın görüşü ilgilendirir veya sebep, illet ve Makasıdu’ş Şeria /Şeriatın gayesi beni bağlamaz, nassın lafzı beni ilgilendirir” diyerek taassuba düşülmemelidir. (Bak:Yusuf el-Karadavi, Şeriatü’l İslam, s.22;Mustafa Zerka,Medhal,1/149;Sava Paşa,İslam Hukuku Nazariyesi, 2/358).
Bütün bunların yanında zaman, zemin ve şartların değişmesine tâbi olmayan konularda da ortak aklın sesine kulak vermek, daha akıllıca bir yoldur. Bu Kuran yeni inmiyor. Bununla ilgili muhakkik âlimlerin, asrı sadetteki uygulamalarına bakarak sonuçlar çıkarması önemlidir. “Bize Kuran yeter” deyip ahkâm kesenler gına getiriyorlar. “Hayır, biz hadisleri ıskalamıyoruz” diye de yalan söylüyorlar.
Bir konuda “Şu hadisler var ama şu yönüyle zayıf, metninde ve senedinde bulunan şu sakatlıklardan dolayı bu hadisler kullanılamaz” diye ilmî bir metotla müktesebâta eleştirel yaklaşmak var iken, bunun yerine toptan red yolunu seçerek, “geçmiş âlimleri itibarsızlaştırma” metodu tercih edilmektedir. Bu yeni yetmeler, ilim ahlakından uzak bir şekilde geçmiş âlimlerin hatasını delillerle çürütüp doğrularını günümüze taşımaları gerekirken, toptan reddedip, Kuran’ı tefsir ederken de -işine gelen çok az rivayetin dışında- hiç hadis kullanmayarak, geçmiş ulemanın sahih görüşlerini bilmeyen taraftarlarını da zaman içerisinde haşhâşileştirmektedirler. Siyah ve beyazdan başka renk, kargadan başka da kuş tanımayanlar, tiryakisi oldukları hocaların dışında hoca tanımıyorlar. Bu kafadar hocalar da bazı tv kanallarında “körler sağırlar, birbirini ağırlar” türünden bir araya gelerek, altyapısı olmayanları aldatmakla meşguller.
Asırlar boyu bütün âlimlerin yanlış yapması, Kur’an’ı ve Sünneti hep yanlış anlamaları, hepsinin yanlış metotlar geliştirmesi ve sadece bu yeni yetmelerin doğru anlaması ve doğru usuller geliştirmesi akla ziyan bir iddiadır ve bir akıl tutulmasıdır. Bireysel hataları anlarım da, âlimlerin topluca hata etmiş olmalarını siz külahıma anlatın.
Biz Müslümanlar kökü mazide olan âtiyiz. Geçmişimizi reddetmeyiz, sorgular, yanlışlarını ayıklarız, doğrularını günümüze taşırız. Onların bu konuda harcadıkları emeğe nankörlük etmez saygı duyarız. Allah gerçek Ehli Sünnet ve’l Cemaat üzere olan âlimlerimizden ve onların izinden gidenlerden razı olsun. Rabbim, dine zam yapan cahil sofuların ve dinden iskonto/indirim yapan yeni yetme modernistlerin şerrinden korusun. İkisi de çöpe.
Bu konuyu somut bir misal ile daha anlaşılır hale getirmeye çalışacağım. Rasûlullah’a (sav) “salât etmekle” ilgili Ahzab suresi 56. ayetinde yorum getiren bir azınlık “salat”ın, peygambere omuz vermek, destek çıkmak” anlamına geldiğini ifade ederek dil ile “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed” demekle ilgili hadisleri görmezden gelirler. “Allah, peygamberine salât etti” derken “O’na allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli muhammed” mi demiş oluyor? diye hadisleri tii’ye alıyorlar.
Bu konuyla ilgili Diyanetin “Kuran Yolu” adlı tefsirinde, ortak aklın kabul ettiği şu bilgiler verilmektedir:
Bir dinî terim olarak kulların “Salât“ı iki manaya gelmektedir: Birincisi, genel olarak dua. Çünkü dua, kulun özünü ve gönlünü Allah’a yöneltmesidir. İkincisi, Özel olarak namaz ibadeti. Çünkü bu ibadet, kendini Allah’a vermenin, O’nun huzuruna sunmanın en güzel aracıdır, en uygun şeklidir.
Müminlerin Peygamber’e salâtı, ona dua etmeleri, onu övgü ve hayırla anmalarıdır. Kendisine, “Selâmın nasıl verileceğini bildik, sana salât nasıl olacak?” diye sorulduğunda, Resûlullah (sav), namazların oturuşlarında okuduğumuz “Salavât-ı Şerife“yi öğretmiş, “Bana böyle salât edersiniz” demiştir. (Buharı, “Tefsir”, 33/10) Sahih kaynaklarda meleklerin salâtı da dua, övgü ve tebrik olarak açıklanmıştır. (Buhârî, “Tefsir”, 33/10) Allah’ın bir kuluna salâtı, şüphe yok ki büyük bir iltifat, şeref, lütuf ve rahmetidir. Ancak bunun mahiyet ve keyfiyetini bilmek mümkün değildir. Kaynaklarda bu açıdan salât, “Rahmet ve övgü” şeklinde tanımlanmıştır.
“Siz de ona salât ve selâm okuyunuz” emri bağlayıcıdır, emrin yerine getirilmesi gereklidir. Ancak bunun zamanı, mekânı ve sayısı konusunda açıklama yapılmadığı için fıkıhçılar farklı yorumlar yapmışlardır. Ömürde bîr defa Peygamber’e salavat okumanın ve selâm vermenin farz olduğunda ittifak vardır. Onun adı anıldıkça uygun aralıklarda aynı şeyi yapmanın müstehab olduğu da ifade edilmiştir.” (Kur’an Yolu, Ahzab 56. Ayetin tefsiri)
Rasûlullah’ın Sünnetindeki uygulamayı dikkate almadan yapılan keyfi yorumlar, bizi Kur’an’ı doğru anlamaya götürmez. Bu keyfilik bizi, “Rasûlullah’ın adı anıldığında niye salavat getirmiyorsunuz?” diye soran taraftarına “Ben yalakalık yapmayı sevmem” diyerek hadis külliyatında “Bana salavat getirin” diyen ve salavatın da “namazlarda oturuşlarda okuduğumuz salavat” olduğunu öğreten Peygamber buyruğuna tekebbürle bakan, burnu havada acube bir modernist âlim (!) tipine ve “Keyfî bir İslam”ın vücut bulmasına götürür. Bu da paralel bir din geliştirmektir.
Bir taraftan Fetö’nün paralel din uydurmasına karşı çıkıp, diğer taraftan ayetleri keyfî yorumlayarak paralel din oluşturmak, yaman bir çelişki olmuyor mu? Allah bizi, ifrat ve tefritten uzak kalarak Kur’an’ı ve Rasûlünü doğru anlayanlardan eylesin.
Musab SEYİTHAN
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi
Allah ilmine bereket versin ve razıolsun