Yazar Mustafa Kutlu’nun kaleme aldığı “Bülbül nerede?” yazısını siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz…
En son ne zaman bülbül dinlediniz, diye sorsam; “Bırak yav, her rengi bitirdik tek fıstıkî yeşil mi kaldı” cevabını alacağımı biliyorum. Kimsenin umrunda değil, kuş sesi, bülbül sesi. Adam “Dinle abi, şu sese bak, şu sese” diyerek son aldığı arabanın motor sesini tercih ediyor. Gaza hafif hafif dokunup “Ben de işte buna hastayım abi” diye ilave ediyor. Peki ne olacak binlerce cilt tutan Gül-Bülbül külliyatımız? Toptan çöpe mi atacağız? İşte devir-i gül denilen bahar geldi, erişti. Bülbül’ün gülşende gül ile söyleşmesinin vaktidir.
Eski edebiyatımızda bülbülün “aslî yurdundan uzak düşen âdemoğlunun” remzi olarak kullanıldığını biliyoruz. Ve tabii bu tasavvufî mânanın ötesinde yaygın olarak âşığın sembolüdür. Sevgilinin yüzü güle, ağzı goncaya benzetilir. Bülbül güle kavuşamamanın ızdırabı ile sabahlara kadar kalbini kanatarak âh çeker. Vücudu yanıp kül olsa da içindeki aşk ateşinin kıvılcımı bir türlü sönmez. Garip ve sahipsiz bilindiği için “gömleksiz” rengi dolayısıyla “kül öksüzü” diye tavsif edilir. Mutasavvıf şairlerde ilahî aşkla yanan can veya ruhun timsalidir.
Bülbül bu dünya ve ten kafesi içinde, uzağına düştüğü gül bahçesinin hasreti ile feryat etmektedir. Şeyh Galip; Yokmuş bir âha ey gül-i ra’nâ tahammülün/Bağrın ne yaktın âteş-i hasretle bülbülün derken; Enderunlu Vâsıf: Bülbül-i gülşen-i aşkım ki gamınla o gülün/Ne kafes ü ne heves-i lâne gelir hatırıma demektedir. Eskiler sadece gazellerde değil müstakil eserlerle bülbülü yâd ederler. Bu gibi şiirlere Bülbüliye veya Bülbülnâme denir (çokça yazılmış Gül-Bülbül mesnevilerini zikretmek ayrı). Bu bülbül faslını uzatmak istemiyorum. İsterseniz konuyu iğrenç bir espri ile kapatalım: Geçmişe mazi, hızlı koşan ite tazı denir. Bir geçmişin üzerine ne kadar sünger çeksek de, onu yok sayıp inkar etsek de geçmiş bizi terk etmiyor.
Bülbül’ü bir yana bırakın leylek dahi bir yerlerden çıkıp gündemi işgal ediyor. Gazetelerin yazdığına göre Ula ilçesine bağlı Akkaya beldesindeki Akçapınar köyü “Leylek Köyü” ilan edilmiş. Gökova-Akkaya’yı Sevenler Derneği’nce üç yıl önce hazırlanan ve UNESCO bünyesindeki Doğayı Koruma Fonu’nca desteklenen Biyo-Gökova ana projesine “Akçapınar Leylek Köyü” projesi de dahil edilmiş. Nasıl edilmesin? Yıllardır barınma, yumurtlama ve kuluçka dönemi için beldeye giden 400 civarındaki leylek sayısı artık 60’lara düşmüş.
Leyleklerin sayıca azalmasında başlıca sebebin tarımda kullanılan ilaçlar olduğu söyleniyor. Akçapınar köyü muhtarı projeden umutlu. Leylekler korumaya alınıyor. Ve o civarı dolaşan turist kafileleri bundan böyle “leyleği yuvada görmek” için köye gelecekler. İşte böyle aziz okuyucu. Hayatımız kamilen değişiyor. Eskiden bülbül sesi, saka cıvıltısı, leylek lakırtısı arasında, çiçekle böcekle sırt sırta, koyun koyuna yaşarken bütün bunları tek tek kaybediyoruz. Leyleklere dürbünle bakıyoruz, fotoğrafını çekiyoruz. Bulabilsek bir toy kuşu, bir turna onun da fotoğrafını çekeceğiz. Ne yazık ki bunlar artık türkülerde, belgesel filmlerde kaldı. Aman…
Üzmeyin tatlı canınızı. Arabanızı bir ağaç altına çekip, rölantiye alın. Motorun sesine dalın. Eminim ninni gibi gelecektir. Bir araba reklamı galiba şöyle diyordu: “Bunlar uysal mahluklardır, sahiplerini sarsmadan eve götürürler”. Dedik ya tasalanmayın. Yakında bülbül sesli robot kuşlar, leylek görünümlü metal işler ruhumuzun gıdası olarak etrafımızı saracaklar. Bilime güvenin.