Devlet Planlama Teşkilatı’nın davetlisi olarak 9. Kalkınma Plânı (2007-2013) hazırlıkları kapsamında “Gelir Dağılımı ve Yoksulluk Özel İhtisas Komisyonu”na bir sosyal siyaset uzmanı olarak katılmıştım. Bu komisyonuna ilk kez zekât alanında uzman olan bir ilahiyatçı profesör de davet edilmişti. İlk oturumda bütün üyeler, yoksullukla mücadelede kendi alanları ile ilgili bir sunum yapmıştı. İlahiyatçı hocamız, klâsik dönemde zekâtın nasıl uygulandığına dair bilgiler verdi. Hocamızdan ikinci oturumda günümüzde zekâtın mevcut sosyal sistem içinde yoksullukla mücadelede nasıl bir rol alabileceği yönünde bir tebliğ istendi.
İkinci günde hocamız yanıma geldi ve bana aynen şöyle dedi: “Ali Hocam; Ben Türkiye’nin sosyo-ekonomik kurumların yapısını tam bilmiyorum. Onun için zekâtın mevcut şartlar içinde nasıl bir işlev görebileceği yönünde hazırlığım yok. İstersen sen bu konuyu anlat.”Doğrusu ben de hazırlıklı değildim ve “Hocam; estağfirullah. Siz bu alanın uzmanısınız. Şimdi ben sizin yerinize konuşursam bir İslâm âlimi olarak otoriteniz bundan yara alabilir. Siz yine de zekâtın temel esaslarını Kuran ve Sünnete dayanarak anlatın ve günümüzün sosyal bilim uzmanlarının ilahiyatçılarla birlikte bu temeller üzerinden bir zekât modeli geliştirmesi gerektiğini ortaya koyun. Zekâtın da ancak böyle kolektif bir çalışma sonucunda günümüzün sosyal sorunlarına ışık tutabileceğini belirtmiş olursunuz.” dedim.
Bu komisyon çalışmalarından ben şunu öğrendim. İlahiyatçılarımızın ekseriyeti, İslâm’ın sosyo-ekonomik kurumların özelliklerini teorik ve tarihî boyutuyla iyi bilmekle birlikte günümüz karmaşık dünyasında bu islâmî kurumların nasıl etkili olabileceği yönünde ikna edici somut bir fikir geliştirememiştir. Diğer yandan sosyal bilim insanlarımız da aldıkları seküler/kapitalist düşünce ekollerinin tesiri altında İslâm’a uygun alternatif bir bilimsel açılım sağlayacak ve sosyal model üretecek nitelikte değildir. Bu garabet, ancak sosyal bilimlerin İslâmîleştirilmesi ile aşılabileceğini düşündüğüm için, konuya/soruna katkı sağlamak açısından çağımıza uygun bir zekât modelini takdim edeceğim. Ancak bundan önce böyle bir zekât modeline niçin ihtiyaç duymamız gerektiğine dair bazı tespitlerde bulunacağım.
Müslüman Ülkelerde Zekât Kurumu Sosyal Sistemin Bir Parçası Değildir
Bugün Müslümanların içinde yaşadıkları devletlerin çoğu, İslâmî sosyal devlet niteliği taşımamaktadır. Birçok İslâm ülkesi, bir devlet biçimi olan cumhuriyet ile idare edildikleri halde değişik siyasî (katılımcı/sınırlı demokrasi; laiklik, parlamenter sistem, devlet başkanlığı) ve iktisadî rejimlere (sosyalizm, kapitalizm, liberalizm, karma model vb) sahiptir. Monarşiler/hanedanlıklar hariç, hemen tüm İslâm ülkeleri, genellikle kendilerini Cumhuriyet olarak vasıflandırdıkları halde, birçoğu demokrasiden uzak otoriter bir idarî yapıya sahiptir. Dolayısıyla katılımcı demokrasi (şura) ve hukuk gibi temel idarî/adlî değerleri benimseyememiş İslâm ülkeleri, ekonomik yönden zayıf kaldıkları gibi birçok gerekçe ile zekât kurumunu da kamusal sosyal politikaların bir parçası/aracı olarak uygulamaya koymamaktadır. Dolayısıyla Müslümanların yaşadığı birçok ülkede devlet eliyle zekât genelde toplanmamaktadır.
İslâm’ı anayasalarında resmî din olarak kabul eden çok az sayıda bazı İslâm devletleri, özellikle yoksullukla mücadele bağlamında zekât kurumundan kısmen de olsa faydalanmaktadır. Örneğin Sudan (1921), Mısır (1948), Pakistan (1947), Bangladeş (1971), Ürdün (1978), Endonezya (1978) ve Malezya (1991) gibi devletler, zengin Müslümanlardan zekât toplamaktadır. Ne var ki kanunî altyapısına sahip oldukları halde bu ülkelerde elde edilen zekât gelirleri, toplam vergi gelirleri içinde çok düşük kalmakta ve dolayısıyla gelir dağılımındaki adaletsizliği de giderememektedir.
Ayrıca bu ülkelerde zekât ile ilişkili konulara farklı bakış zaviyelerinin ve uygulamalarının olduğu da gözlemlenmektedir. Daha somut bir ifadeyle bu devletlerin bir kısmında bazı maddî değerler/varlıklar, zorunlu zekâta tâbi tutulurken, başka devletlerde aynı maddî değerler muafiyet/gönüllük kapsamına girmektedir. Diğer taraftan toplanan zekât gelirleri, bazı devletler tarafından daha çok genel vergiler gibi algılanmakta ve yoksulluk riski topyekûn ortadan kalkmadığı halde (kısmen de olsa) başka alanlarda da kullanılmaktadır.
Laik/Demokratik Sistemde Gönüllü Zekât Uygulamaları Etkisizdir
İslâm coğrafyasında Türkiye Cumhuriyeti gibi bazı demokratik, laik sosyal, hukuk devletlerinde her ne kadar zorunlu zekât uygulamaları bulunmuyor ise de Müslümanlar tarafından kurulmuş tüzel kişiliğe sahip bazı vakıf ve dernekler aracılığıyla zekât ve sadaka toplanmakta ve muhtaç kesimlere sosyal yardım olarak aktarılmaktadır. Gönüllü sivil dayanışma şeklinde yürütülen bu tarz uygulamalarda zengin Müslümanların zekât ödemeleri kanunî bir zorunluluk değildir. Gönüllülük esasına dayanan bir sosyal yardımlaşmada zekât vermemek, cezaî müeyyideye yol açmamaktadır. Dolayısıyla bu sistemde gönüllü zekât verenlerin sayısı arzu edilen seviyeye bir türlü çıkmamaktadır. Buna bağlı olarak da sivil toplum kuruluşları tarafından toplanan zekât ve sadakaların toplam miktarı sınırlı kalmakta ve ülke bazındaki yoksulluğun giderilmesinde etkili olmamaktadır.
Diğer taraftan demokratik ülkelerde dinî inançları gereği gönüllü olarak zekât veren vergi mükellefiyetleri, zekât vermeyen vergi mükellefiyetlerine göre maddî yönden dezavantajlı konuma düşmektedir. Dolayısıyla zekât ve vergi ödeme sorumluluğunu yerine getirenler, malî yönden sadece vergi ödeyenlere göre fırsat eşitsizliğine uğramaktadır. Bu malî adaletsizliği önlemek adına belki mevcut sistemde devletin bir zekât fonu oluşturması mümkündür. Buna göre devlet denetimi altında olan bu resmî zekât fonuna kanunen gönüllü olarak zekâtlarını yatıran vatandaşlar, yatırılan miktara göre belirli bir oranda vergi muafiyetinden yararlanabilir. Böylece zekât vermeyen ve-fakat vergisini veren vatandaşlarla hem vergisini, hem de zekâtını ödemiş olan vatandaşlar arasında fırsat eşitliği sağlanabilir.
İsteğe bağlı olduğu için laiklikle uyumlu gibi görünen böyle bir zekât sistemi önerisi, zekât ödemeyi hem teşvik etmekte, hem de zekât verenlerin malî kayıplarını gidermektedir. Ancak gönüllülük esasına dayanan bir zekât sisteminde zekât verecek güçte olan zengin Müslümanların bütününü sisteme dâhil etmek, hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Bununla birlikte toplanan zekât gelirleri yine yoksulluğu gidermede yeterli olmayacaktır. Dolayısıyla sadece zekât verenlerle zekât vermeyen vergi mükellefleri arasında âdil bir düzenleme yapmak, zekâtın sosyo-politik amaçlarına ulaşması açısından yeterli değildir.
Dolayısıyla vergilerde olduğu gibi zekât sistemi zorunlu olmadığı müddetçe kamusal sosyal politikaların etkisi de hep zayıf kalacaktır. Zekât sisteminden gerçek anlamda faydalanabilmek ve etkisini sosyal hayata yansıtabilmek için, Müslümanlar, hangi siyasî ve sosyo-ekonomik sistem içinde olursa olsun, o sistemi de değiştirecek bir şekilde zorunlu zekât kurumunu oluşturmalıdır. Demokratik sosyal hukuk devletlerinin anayasasında laiklik ilkesi bulunsa dahî, yoksulluğu topyekûn ortadan kaldırmak ve sosyal adaleti tesis etmek maksadıyla mutlak anlamda zekât adı altında olmasa da içerik bakımından aynı fonksiyonu icra edecek bir sosyal vergi türü oluşturulabilir.
Kaldı ki demokratik taleplerin yanında sosyo-ekonomik ihtiyaçlar, her zaman katı laikçi dogmatik görüşlerden daha fazla itibar görmelidir. Sırf dinî kaynaklıdır diye zekâtın sosyo-ekonomik yönünü görmezlikten gelmek, dine saygılı laikliğin pragmatik yönünü de ihmal etmek anlamına gelir. Bu bağlamda toplumsal reel şartlar gözetilerek, yoksulluk gibi sosyo-ekonomik sorunların çözümünde mutlak etkisi olan zekât kurumu, parçalanmış bir şekilde değil de Kuran ve Sünnette açıklandığı gibi bir bütünlük içinde yeniden yapılandırılmalıdır.
Velhasıl
Kuran ve Sünnete aykırı olmayan ve-fakat asrımızın değişik ihtiyaçlarına da cevap verebilecek, günün şartlarına uygun ve etkin işlevlere sahip, ulusal/küresel boyutta maddî ve manevî (kültürel) yoksullukla mücadelede mevcut sosyal yardım sistemlerine katkı sağlayabilecek ve hatta onlara gerek kalmayacak bir şekilde örnek bir zekât modeline ihtiyacımız var. Ne var ki bu zihnî oluşum sürecinin önünde daha birçok engel var. Bu engellerin, hangi unsurlardan oluştuğu ve bunların nasıl aşılabileceği yönündeki tespit ve önerilerimi gelecek yazımda inşallah sizlerle paylaşacağım.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi