Zihnimde nicedir kıvranıp duran düşünceler, zaman zaman taşması mukadder bir bardaktaki su istidadı göstermekte ve yanlış anlaşılmaktan ürkek bir halde, dışarıya hafifçe süzülmektedir. Çanakkale savaşları ve “zaferi” üzerine düşüncelerim de işte bu nevidendir. Derunumda bir sancı gibi kıvranıp duran düşüncelerden hareketle dilime gelen ifadeleri, Fuzuli’nin meşhur: “ Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil / Çektiğim âlâmı bir ben bir de Allah bilir”beyitini tahatturla yutkunuyorum çoğu kere. Ama sanırım şimdi bir nebze de olsa serdetmenin vaktidir.
Görkemli bir maziden kala kala elimizde, kaybettiğimiz ihtişamın muhteşem(!) avuntusu kaldığından; evveliyatını, hakiki safahatını ve ahirinde ortaya çıkan hadisâtı kavramadan, her bahar zafer nutuklarıyla sarhoş bir koca yüzyıl geçirdik millet olarak.
“Çanakkale geçilmez!” diye beyhude nutuklar atıyoruz. Daha Çanakkale’den İtilaf Devletleri geri döneli iki yıl ancak geçmişken; 1918 yılında Çanakkale Boğazı’nın geçilip, İstanbul’un işgal edildiğini ve bu işgalin 1923 yılına kadar sürdüğünü unutarak. “ Bin atlının akınlarda dev gibi orduları yendiği*” devirlerden, elimizde sadece “Çocuklar gibi şen*” olma hali kalmış olmalı. Zira Çanakkale’de yaptığımız destansı direnişin sonrasında yaşanan büyük yıkımları, tarihin öznesi iken nesnesi haline geldiğimiz hakîkatini hiç nazar-ı dikkate almayarak, yüz yıldır her yıl dönümünde, büyük bir romantizmle yüklü seremoniler eşliğinde, coştukça coşuyoruz.
Tarihi hadiseleri anlamak ve gerekli hisseyi almak konusunda pek maharetli değiliz. Ama yâd etmek hususunda üstümüze yok maşallah(!) Şiirler, kitaplar, sergiler, geziler, gösteriler, merasimler kahir ekseriyetle anlamaktan çok anmaya matuf. Bu hal aynı zamanda bir piyasaya dönüşüyor ve bu vesileyle ehli ticarete yepyeni kazanç kapıları açmış durumda. Ama vakıadan alacağımız dersler ve elde edeceğimiz hakikat semeresi hanesinde korkarım ki kocaman bir hiç yazıyor. Kimi rivayetlere göre iki yüz elli bini bulan şehitlerimiz için hamasi nutuklar atıyoruz. Kendi kurtuluşumuza yönelik ecza damıtmak için okumaktan imtina ettiğimiz Kitab’ı, ebedi kurtuluşa mazhar olduklarına inandığımız şehitler için hatim ediyoruz. Kitab’a muhtaç olan şehitler mi, yoksa biz miyiz? Zafer nutukları atıp romantik coşkunluklar yaşamak, ya da tarihi kazanca tahvil edecek hinliklere tevessül etmekten başka takınılacak esaslı/hakikatli bir tavır mümkün değil midir acep?
Elbette iyi niyetli çabalar yok değil. Ancak, mesenin hak ettiği hakikatli tavrı ortaya koymak için sadece iyi niyet yeterli değildir. İyi niyetle beraber hadiseyi sebepleri, safahatı ve sonuçları bakımından doğru okumak ve bugün için almamız gereken dersleri ortaya koyabilmek elzemdir. Ne yazık ki, meseleyi olduğu gibi değil de arzu ettiğimiz şekilde görme temayülümüzden dolayı yapılan onca etkinlik, seremoni ve çalışmanın hasılası olarak ortaya içi boş, kocaman bir romantizm çıkabilmektedir ancak. Coşkun su köpüğü gibi; demi geçtikten sonra ortada hiçbir şey kalmamaktadır.
O halde üzerinde asıl durulması gereken husus nedir? Ne olmuştur da “Düvel-i Muazzama” denilen İtilaf devletleri Çanakkale üzerinden İstanbul’a yönelmişlerdir. Onları, bu denli insan kurdu haline gelecek şekilde kudurtan nedir? Neden şairin: “Varsa gelmiş, açılıp mahbesi yahut kafesi**” dediği, tahaşşüdün/toplanıp yüklenmenin faili olan sömürgeci Batılı devletler hemen herkesçe “Düvel-i Muazzama” olarak addedilir? “Hasta adam” neden hastadır? Neden İttifak devletlerinin yanında, İtilaf devletlerinin karşısında, kendinin olmayan bir savaşın içindedir? Neden bizim bayrağımızı taşıyan gemiler Rusya’nın Sivas Topol’unu bombalamışlardır? Burası “içinde aynalı çarşı***”sı olan Çanakkale’dir de, komutanımız Liman Van Sanders’tir, neden? İster İttifak, ister İtilaf devletleri olsun; bütün müstevli/müstekbirlerin aslında bizim son nefesimizi vermemizin ardından, terekemizden alacakları pay üzerine kavgaya tutuşmuş olduklarını kavramaktan neden bu kadar uzak kaldık? Onlar Çanakkale’yi geçememişler madem de, geçmeleri halinde yapmak istediklerinden eksik ne kalmıştır, düşünmeye değer değil midir?
Coğrafi keşifleri anlamadan, sanayi devrimi ve sonrasında, istihsal vasıtaları için hammadde teminine yönelik sömürgeleştirme faaliyetlerini hakkıyla idrak etmeden, Çanakkale’yi ve orada verilen var olma ve yok olma çizgisindeki büyük iman mücadelesini kavramak imkânı yoktur. Batı’nın üretim araçlarının, fabrika çarklarının sürekli işlemesi ve kârın sürekliliğini sağlamak üzere kapıldığı vahşi bir iştihadan başka bir şey olmayan terakki/ilerleme mitine, körü körüne, dört elle sarılan müstağrip Osmanlı entelijansiyasının trajik halini anlamadan meseleyi anlamak iddiası temelsizdir. Onun: “İslam mani-i terakki değildir.” şeklinde geliştirdiği savunmasının işaret ettiği zihin karmaşasını anlamalıdır öncelikle.
Çanakkale’de yaşanan, topyekûn bir milletin, “Tek dişi kalmış canavar**” gibi salyalarını yeryüzüne savuran Batı karşısındaki var olma mücadelesidir. Aslında yönetici ve aydın zümrenin, daha başından, zihnen kaybettiği bir mücadeleyi, milletin omuzlayarak direnme ve kazanma azmidir. Bu azim sonuç da vermiştir. Ancak yönetici ve aydın zümrenin zihinlerinde çoktan yaşanmış işgal fiziki işgali, birkaç yıl gecikmeli de olsa, mukadder kılmıştır. Misak-ı Milli sınırlarımızın daha da altında kalan çekirdek coğrafyamızda fiziki işgaller uzun sürmeden son bulmuş ancak kültürel işgaller ne yazık ki halen sürmektedir.
Hülasa olarak demek istediğim odur ki: Tarihi hadiseleri yâd ederek ruhi coşkunluklar yaşamak, romantik hazlarla kendimizden geçmek güzel de; bir bakmalı değil mi; dün yavuklusundan hatıra olan mendiliyle düşmanının yarasını sarabilecek yüce gönüllülükten, bugün tecavüz ettiği masumun kollarını keserek yakma sefâletine tenzil edişin sırrı nedir? Hayâsız bir vahşet karşısında, savaşın bile bir ahlakının olduğunu emsalsiz sahnelerle sergileyen kahramanların ahfadı, hayvan çalmak için geldikleri bir hanede, çocuklar da dâhil olmak üzere beş kişilik bir aileyi katledip, cesetlerini yakma vahşiliğine nasıl yuvarlanabilmiştir? Sahi, Gelibolu’ya kaç donanmayla sarılmış “Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi**” nin elimizden almaya geldiğini kendi ellerimizle onlara sunmuş olmayalım? Bunu anlarsak, belki bu tenzilin, bu yüceden süfli olana yuvarlanışın sırrını da çözebiliriz.
*Yahya Kemal Beyatlı
**Mehmed Âkif Ersoy
*** Çanakkale Türküsü’nden
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi