Hakikat ’in veya Mutlak Gerçekliğin kaynağı ve algısı insanlık tarihi boyunca yoğun ilgi gören bir konudur. Çünkü hakikat insânın anlam dünyası ve anlam arayışı için vazgeçilmez bir olgudur. Ancak insân, hakikati olduğu gibi değil de ancak sosyo-kültürel birikimlerine göre anlayabilir. Yâni bir anlamda insân, hakikati bütünüyle kavrayıp kuşatamaz olsa olsa sadece hakikat arayışında olabilir. Şu hâlde insânın hakikatle kurduğu ilişki, beşerî ve görecelidir. Fakat bu gerçeğe rağmen hakikatin belli bir noktada toplanması ve tekelleşmesi de kaçınılmaz olmuştur. Bu durum literatürde “hakikat tekelciliği”, “dinî tekelcilik” veya “dinî partikülarizm” olarak adlandırılır. Hakikat tekelciliğinin temel karakteristiklerinden en önemlisi savundukları/inandıkları yorumu/görüşü, “tek doğru/biricik/tartışılmaz/eleştirilmez” olarak görmeleri ve bunun yanında diğer karşı/farklı yorumlara karşı kendi otoritelerini geliştirmeleridir. Hatta daha da ilerisi hakîkat tekelcileri, kendilerine uymayan yorumları/tutumları/davranışları küçümserler, dışlarlar, reddederler ve ötekileştirirler.
Müfessirler âyetin işâret ettiği kesimin öncelikle, başlangıçta bir bütün olarak paylaştıkları temel dinî prensiplerden uzaklaşıp akîde ve değer sistemi olarak farklı yollara sapmış bulunan Yahudiler ile Hristiyanlara yönelik olduğunu Âl-i İmrân/105. âyete2 atıfta bulunarak söylemişlerdir. Ama bu âyet elbette Kur’ân takipçileriyle de bir bağlantı kurmaktadır: İnsânların, karşılıklı olarak yalnız kendilerinin Kur’ân öğretisinin “tek gerçek temsilcileri” oldukları şeklindeki hoşgörüsüz iddialarından doğan bütün guruplaşmaların kınanmasını ifâde etmektedir.
İşte Bakara/111. âyette –yukarıdaki âyetin de işâret ettiği gibi– tevhid inancından koparak/ayrılarak/saparak kendilerini “seçilmiş/üstün kavim”, topraklarını “arz-ı mev’ud” yâni “kutsal toprak” olarak gören ve Allah’ı da yalnızca kendi toplumlarının ilâhı yapan Yahudiler’le, ulûhiyete Hz.İsâ’yı ortak ederek “kilise dışında kurtuluş yoktur” diyen Hıristiyanlar’ın “cenneti tekelleştirmek” noktasındaki sözlerine dikkat çekilmektedir: “Onlar: ‘Yahudi veya Hristiyan olmadıkça hiç kimse cennete giremez!’ diye iddia ederler. Bu onların kuruntusudur! De ki: ‘Eğer söylediklerinizde samimi iseniz, iddianızı kanıtlayın!”3 Müfessirler bu âyetin Hz. Peygamber’in mescidinde bir araya gelen Hıristiyan Necran heyeti ile Yahudilerin cennete girip girmeme konusunda birbirleriyle tartışmaları üzerine indiğini rivâyet etmişlerdir.4
Dini bir tanım olarak da cennet, cehennemin tam karşıtı bir değerler bütününün veyâ mekânın ifâdesidir. Yeryüzünde kötülük sergileyenler cehenneme giderken, iyilik sergileyenler de cennete gideceklerdir. Yâni cehennem bir “cezalandırarak tekâmül ettirme” aracı ise cennet de “ödüllendirerek tekâmül ettirme” aracıdır. Kur’ân, cennet tasvirlerinin “müteşabih” olduğunu söylemektedir, bu nedenle onların lafzî yanlarına değil sembolik delâletlerine bakılmalıdır. O delâletin iman konusu olanı, iyilik edenlerin ödül, kötülük edenlerin ceza göreceği gerçeğidir. Sözünü ettiğimiz bu gerçeklik Ra’d/35. âyette şöyle verilir: “Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimselere söz verilen cennet, içinde ırmakların çağıldadığı [bahçeler] gibidir;5 [fakat dünyadaki bahçelerden fazla olarak] onun ürünleri ebedîdir; gölgelikleri de [öyle]. Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimselerin varacağı yer işte böyle olacaktır. Hakkı inkar edenlerin varacağı yerse ateş olacak.”6
Kur’an, Yahudiler ’in ve Hristiyanların “cenneti tekelleştirmek” noktasındaki bu iddialarını –âyette de görüldüğü gibi– “emânî” yâni “delile dayanmayan söz, aldanma, sapıklık, temenni, kuruntu, hayâl, ispatlanması gereken iddia” olarak görmektedir. Çünkü ebedi bir mutluluk/esenlik/ödül yurdu olan cennete “sırf gönülleri öyle arzu ediyor diye” bir iddia ile girilmez. Ehl-i Kitap için cennete girmenin hangi koşullarla gerçekleşeceği Kur’ân tarafından çok açık bir şekilde belirtilmiştir. Ama bu açıklığa rağmen Bakara/62. âyette geçen “Kuşkusuz, [bu ilâhî kelâma] iman edenler ile Yahudi inancının takipçilerinden, Hristiyanlardan ve Sâbiîlerden7 Allah’a ve Âhiret Günü’ne inanmış, doğru ve yararlı işler yapmış olanların tümü Rablerinden hak ettikleri mükâfatları alacaklardır; ve onlar ne korkacak, ne de üzüleceklerdir” ifâdesinden yola çıkan bazı Kur’ân yorumcuları, bu âyetin başka hiçbir itikadda benzeri olmayan bir görüş zenginliği sunduğunu ve “kurtuluş” fikrini, burada “Allah’a iman, Hesap Günü’ne iman ve hayatta doğru ve yararlı işler yapmak” gibi sadece üç şarta bağlı olduğunu söyleyebilmişlerdir.
“Yahudiler: ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ diyorlar; Hıristiyanlarsa: ‘İsa Allah’ın oğludur’ diyorlar. Bunlar, özleri itibariyle, böylelerinin geçmiş çağlarda hakkı inkâr edenlerin uydurduğu asılsız iddialara özenerek dillerine doladıkları söylentilerdir!. [İşte şu bedduayı hak ediyorlar:] ‘Allah kahretsin onları!’ Zihnen nasıl da saptırılıyorlar!”8
“Hahamlarını, rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih’i, Allah’la beraber rableri olarak gördüler; Oysa, Tek İlâh’dan başkasına kulluk etmekle emrolunmuş değillerdi; (o Tek İlâh ki,) O’ndan başka İlâh yoktur, (O Tek İlâh ki,) sınırsız kudret ve izzetiyle, (böylelerinin) O’nun ilâhlığında bir pay yakıştırdıkları her şeyden bütünüyle uzaktır, yücedir!”9
Aslında üzerinde durduğumuz âyetin peşinden gelen Bakara/112. âyeti, bu âyetle birlikte ele alınsaydı bu tartışmaların hiçbirine gerek kalmazdı. Bu âyette Kur’ân bize şu hatırlatmayı yapmaktadır: “Evet, gerçekten her kim tüm benliğini Allah’a teslim eder ve iyilik yapanlardan olursa, Rabbi katında mükâfatını görecektir; ve böyleleri ne korkacak, ne de üzülecekler.”10 . Anlaşılıyor ki; Kur’ân’a göre kurtuluş, herhangi bir özel “zümre”ye tahsis edilmiş olmayıp Allah’ın birliğini kavrayan, kendini O’nun iradesine şirksiz teslim eden ve dürüst şekilde yaşamak suretiyle bu ruhsal tercihe pratik bir anlam kazandıran herkese açıktır.
“O halde [ey Peygamber,] seninle tartışanlara de ki: ‘Ben tüm benliğimi Allah’a teslim ettim ve bana tâbi olan herkes [de öyle yaptı]!’ Daha önce vahiy verilmiş olanlara ve kitap ile ilgisi olmayanlara sor: ‘Siz [de] kendinizi O’na teslim ettiniz mi?’ Ve eğer O’na teslim olurlarsa muhakkak doğru yol üzerindedirler; ama yüz çevirirlerse, unutma ki senin görevin sadece mesajı iletmektir: zira Allah, yarattıklarını[n kalplerindeki her şeyi] görür.”12
Anlaşılıyor ki; cehennem müfettişliği yapmak kadar, cennet tekelciliği yapmak da Kur’ân’ın rûhuna/mesajına terstir. Ebedi kurtuluşun temelinde önce Allah’a şirksiz bir teslimiyet vardır. Sonra da onun peygamberlerine, meleklerine, kitaplarına ve âhiret gününü inanmak vardır. Arkasından da Allah’ın irâdesine uygun kulluk/ibâdet yapıp, insânlık için değer üretmek bulunmaktadır. Kur’ân bizi bu güzellikleri gerçekleştirmek için kavgaya/ötekileştirmeye/itibarsızlaştırmaya değil “gökler ve yerler kadar geniş olan”13 cennete ulaşmak için yarışa çağırmaktadır ve bunu da ancak Allah’a karşı sorumluluk bilinci duyanların yapacağını söylemektedir. Aynı konuya değinen bir başka âyette de şöyle denilmektedir: “[Bu nedenle,] Rabbinizin bağışlayıcılığına nail olmak ve [böylece] Allah’a ve Elçisine iman edenler için hazırlanmış bulunan, gökler ve yer kadar geniş bir cenneti elde etmek yolunda birbirinizle yarışın: bu, Allah’ın dilediğine bağışladığı bir lütfudur; çünkü Allah sonsuz lütuf sahibidir.”14
Başka bir ifâde ile hakîkat temsilcileri hangi mezhebe/meşrebe/görüşe mensup olursa olsunlar, partikülarist/tekelci din anlayışından vazgeçmeli. Ve toplumun geniş kesimlerini kucaklayan daha çoğulcu bir din anlayışı benimsemelidirler. Toplumda kutuplaşmayla şiddet üreten dinî partikülarizmi önlemenin yolu, dinin içinde kurulan çeşitlilik ve çoğulculuk anlayışıdır. Bu çeşitlilik ve farklı dini yorumlar, Kur’ân’ın bütünlüğü çerçevesinde tek mutlak güç olan Allah’ın varlığını ve birliğini idrak etme, O’nunla her daim birlikte ve iletişim içinde olmanın farklı yolları olarak görülmelidir. Yeni bir din dili ve anlayışı geliştirmek artık zorunudur. Bu yeni din dilini geliştirme noktasında öncelikle; insânın din ve hakikatle ilişkisi, dinin mahiyeti, bireysel ve toplumsal fonksiyonları dikkate alınmalıdır.
1 En’âm/159
2 Âl-i İmrân/105 “Hakikatin bütün kanıtları kendilerine geldikten sonra karşıt görüşlere kapılıp parçalananlar gibi olmayın. İşte bunlar için feci bir azap vardır.”
3 Bakara/111 “Ve kâlû lenyedhulel cennete illâ men kâne hûden ev nasâr(nasârâ). Tilke emâniyyuhum kul hâtûburhânekum in kuntum sâdikîn(sâdikîne).”
4 Bursevî, Rûhu’l-Beyân, I, 206
5 Âyetin bu kısmı, “müşahede yoluyla bildiğimiz, hakkında bilgi ve görgü sahibi olduğumuz şeylerden yola çıkarak algı ve gözlem alanımızın ötesindeki bir şeyi tasavvur etmemizi sağlayan temsîlî bir ifade” hükmündedir. Kur’ân’ın kıyâmet sonrası hayatın nasıl olacağı konusundaki açıklamaları, insân muhayyilesinin bu dünyada müşahede edebileceği şeylerden hem unsurları, hem de mahiyeti itibariyle bütünüyle farklı şeyleri kavrama imkânı olmadığına göre, zorunlu olarak mecazîdir.
6 Ra’d/35 “Meselul cennetilletî vuidel muttekûn(muttekûne), tecrî min tahtihel enhâr(enhâru). Ukuluhâ dâimun ve zilluhâ, tilke ukbellezînettekav ve ukbel kâfirînen nâr(nâru).”
7 Sâbiîler, Yahudilik ile Hristiyanlık arasındaki tek-tanrılı bir dinî grup olarak bilinmektedir. İsimleri (bu isim, “kendini (suya) daldırdı” anlamındaki Ârâmîce tsebha‘ fiilinden türetilmiştir), onların Hz. Yahya’nın takipçileri olduklarına işaret etmektedir. Ki bu durumda, bugün hâlâ Irak’ta yaşayan ve Mandeliler diye tanınan bir topluluğa mensup olabilirler. Ancak onları, İslam’ın ilk çağlarında mevcut olan ve Müslümanlarca bütün tek tanrılı din sâliklerine tanınan avantajları elde etmek için gerçek Sâbiîlerin ismini bilinçli olarak kabullenmiş olmaları muhtemel bir ‘bilinemezci’ (gnostic) mezhep olan “Harran Sâbiîleri” ile karıştırmamalıyız.
Necmettin ŞAHİNLER
YAZARIN DİĞER YAZILARINI OKUMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ
MİRATHABER.COM – YOUTUBE
8 Tevbe/30
9 Tevbe/31
10 Bakara/112 “Belâ men esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun fe lehûecruhu inde rabbihî. Ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).”
11 Âl-i İmrân/19
12 Âl-i İmrân/20
13 Âl-i İmrân/133. “Ve sâriû ilâ magfiretin min rabbikum ve cennetin arduhâssemâvâtu vel ardu, uiddet lil muttekîn(muttekîne).”
14 Hadid/21. “Sâbikû ilâ magfiretin min rabbikum ve cennetin arduhâ keardıs semâi vel ardı uıddet lillezîne âmenû billâhi ve rusulih. (Rusulihî), zâlike fadlullâhi yû’tîhi men yeşâu, vallâhu zûl fadlil azîm(azîmi).”
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Gazze'de işlenen savaş suçları nedeniyle İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve eski…
Bu video bize BELAM başlığı ile gönderildi. BEL’AM için Diyanet İslam Ansiklopedisine baktığımızda şu açıklamayı…
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…