Çevremizi kirletmemeli, yakmamalı, yıkmamalı, tahrip etmemeli, kurulu düzeni bozmamalı, çevre kirliliğine neden olacak davranışlardan uzak kalmalıyız. Onun için tabiatı ölçülü ve dengeli kullanmalı, temiz tutmalı ve bu konudaki ahlakî sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz. Dolayısıyla ekolojik dengeyi korumak için hayvan ve bitki topluluklarını korumak zorundayız. Eğer bu toplulukları koruyamayıp da bunların yok olmasına izin verirsek, ekosistem ve biyolojik denge bozulur.
Prof. Dr. Celal Kırca
Ahlak, iman ve ibadet gibi dinin en temel ilkeleri arasında yer alır; insana bireysel sorumluluğunu ve görevlerini hatırlatan kuralları ihtiva eder. Ahlak, daha ziyade sosyal içerikli bir kavram olmasına rağmen, son zamanlarda özellikle çevre bilincinin gelişmesi ile birlikte anlam genişlemesine uğramış ve bu kavramın çevre ile olan ilişkisi dikkate alınarak “çevre ahlakı” kavramı üretilmiştir. Bir başka ifade ile insan-insan ilişkilerindeki kurallara tahsis edilen ahlak anlayışına, insan-çevre ilişkilerini düzenleyen kurallar da dâhil edilmiştir. Böylece insanın, ahlakî sorumluluk içinde hareket etmesi ve çevreye karşı daha duyarlı olması amaçlanmıştır. Aslında gelinen bu nokta, insanlık adına önemli bir aşamadır ve çevre bilincinin gelişmesine de önemli katlısı olmuştur.
Çevre ahlakı, genel ahlaktan ayrı, farklı bir ahlak anlayışı değildir. Bilakis genel ahlakın içinde özel bir yeri olan bir ahlak anlayışıdır ve amacı da insanın çevreyi tahrip etmesine engel olmak ve korumaktır. Çünkü tarihin hiçbir döneminde çevre, çağımızdaki kadar tahrip edilmemiştir. Ne zaman ki insanoğlu tarafından çevre ve tabiat varlıkları hoyratça tahrip edilip de sorun olunca, çareler aranmış; bunlar arasında belki faydası olur düşüncesiyle çevre ahlakı kavramı da üretilmiştir. “Çevre ahlakı” yeni bir kavram olsa da içerik olarak yeni değildir. Nitekim bir çok kültürde çevre-insan ilişkisi ile ilgili bilgiler yer aldığı gibi, İslam dininin iki ana kaynağı Kur’an ve sünnette de çevre ile ilgili bilgilerin yer aldığı görülür. Ne var ki bu bilgiler, bu kaynaklarda yer alsa da yeterince gündeme taşınmamış veya taşınma ihtiyacı hissedilmemiştir.
Kur’an, doğal çevre içerisinde var olan her şeyin, Allah’ın kudret sıfatının bir tecellisi olduğunu ve yeryüzünde var olan bazı varlıkların da insanlar gibi bir “ümmet/topluluk” olduklarını hatırlatır[i]. İnsan ve çevre ilişkilerine dair önemli tavsiyelerde ve önerilerde bulunur ve ondan evrenin niçin yaratıldığının bilmesini ve bunun bilincinde olmasını ister. [ii] Nitekim güneş ve ayın hareketlerinin bir hesaba göre olduğunu, yeryüzündeki bitkilerin ve ağaçların Allah’ın emrine boyun eğdiğini ve kendisinin göğü yükselttikten sonra ona bir ölçü/ denge koyduğunu açıklar ve insanlardan kurulan bu dengenin bozmamasını ister.[iii]
İnsanların bir gün kurduğu düzeni bozacaklarını bildiği için de “ İnsanların işledikleri kötülükler sebebiyle karada ve denizde bozulmaların olacağını” [iv] haber verir ve uyarıda bulunur. Bu uyarısını da insanın en can alışı noktasından yapar:
“Herhangi biriniz ister mi ki, içerisinde her türlü meyveye sahip bulunduğu, içinden ırmaklar akan, hurma ve üzüm ağaçlarından oluşan bir bahçesi olsun; himayeye muhtaç çocukları var iken ihtiyarlık gelip kendisine çatsın; derken bağı ateşli (yıldırımlı) bir kasırga vursun da orası yanıversin? Allah, düşünesiniz diye size ayetlerini böyle açıklıyor” [v]
Yeryüzündeki varlıkların önemini ve değerini ise şöyle ifade eder:
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur” [vi]
“Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ediyor”[vii]
Bu ifadeleri ile Allah Teala bizden kendisini anan ve tesbih eden bu varlıkları yok ederek onların tesbihlerine ve secdelerine mani olmamamızı ister. Gerekli olmadıkça yeryüzünde var olan bir canlıyı yok etmek, Allah’ı anan ve tesbih eden bir canlıyı yok etmek demektir. Bu da Allah’ı memnun eden bir davranış olmaz. Haksız yere bir insanı öldürmek nasıl, bütün insanlığı öldürmek ise, gereksiz yere bir tabiat varlığını yakarak yıkarak yok etmek de aynı ölçüde bütün tabiatı yok etmek demektir. Bu nedenle insan, çevresini ve yeryüzünü Allah’ın bir emaneti olarak algılamalı, kendisinden sonra gelecek nesillere tahrip etmeden aktarmak zorunda olduğunun bilincinde olmalıdır. Çünkü yeryüzü, bizim şahsi mülkümüz değil, intifa/kullanma hakkına sahip olduğumuz bir varlıktır. Onda bütün insanlığın intifa hakkı vardır. İçinde yaşadığımız çevreyi, bizim hakkımıza düşen kadarıyla kullanmalı, gerektiği gibi korumalı ve bizden sonra gelecek insanların hakkını kullanmamalıyız. Bunun bir kul hakkı olduğunu bilmeli ve bunun bilinci içinde hareket etmeliyiz.
Çevremizi kirletmemeli, yakmamalı, yıkmamalı, tahrip etmemeli, kurulu düzeni bozmamalı, çevre kirliliğine neden olacak davranışlardan uzak kalmalıyız. Onun için tabiatı ölçülü ve dengeli kullanmalı, temiz tutmalı ve bu konudaki ahlakî sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz. Dolayısıyla ekolojik dengeyi korumak için hayvan ve bitki topluluklarını korumak zorundayız. Eğer bu toplulukları koruyamayıp da bunların yok olmasına izin verirsek, ekosistem ve biyolojik denge bozulur. Bozulduğu zaman da yeryüzünde bozulmalar başlar. Kur’an’ın ifadesiyle fesatlıklar meydana gelir. Nitekim son zamanlarda Doğu Karadeniz’de yılanların yurtdışına kaçırılması nedeniyle, farelerin çoğaldıkları görülmüştür .
Küresel ısınma ve buna bağlı çevre felaketleri, insan eliyle olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Bir taraftan çevre tahrip edilirken, diğer taraftan teknolojinin meydana getirdiği olumsuzluklar doğal dengeyi bozmakta; hava kurşun ve kükürt atıklarıyla kirletilmekte, neticede sera gazı etkisi meydana gelmektedir. Bu da, bilindiği gibi kuraklığa veya dengesiz yağmurlarla çevre felaketlerine sebep olmaktadır. Kur’an, bir yandan insanın toprağa yani doğal çevreye aidiyetini hatırlatıp, ondan bunu unutmamasını isterken; diğer yandan yaşam kalitelerini artıracak şekilde çevrelerini güzelleştirmelerini istemektedir. Zira çevresini güzelleştiren insan, iç dünyasını da güzelleştirir. Çevreleri güzel olmayan insanların, iç dünyaları da zengin olmuyor. Çevresini çölleştiren insanlar farkında olmadan iç dünyalarını da çölleştiriyorlar.
Çevre sorunları öyle bir boyuta geldi ki, belki de ileride, dinlerin etkileri veya etkisizlikleri çevreye karşı duyarlılığında ve çevreye dair ne söylediğinde aranır hale gelecektir. Şimdiden bunun işaretlerini görmekteyiz. Zira insanlarla diyalog kurmak isteyen, ve onlara dini anlatmak isteyen herkes, özellikle de din adamları mutlaka çevreye önem vermek zorundadır. Sayıları az da olsa bunun bilincinde olan bazı din adamlarının çevre sorunlarına önem verdiklerini görüyoruz. Ne var ki bunun bilincinde olamayan kimi Müslümanlar, din adamlarının bu tür konuşmalarından hoşlanmamakta, hatta rahatsız olmaktadırlar. Bunlar, Hz. Peygamber’in sünnetini belli davranış kalıplarına hapsettiklerinin farkında olmayanlardır. Zira Hz. Peygamber’in sünneti sadece birkaç alanı değil, hayatın bütünü kuşatmaktadır. Bu bütünün içine yeryüzü ve çevre de dahildir.
“Fahreddin Râzî’nin anlattığına göre astronomi ile meşgul olan bir âlime, bir fıkıhçı ne yaptığını sorar. O da “Üstlerindeki göğe bakmadılar mı, onu yarattık, süsledik, hiçbir çatlağı yoktur”(Kâf,50/7) ayetini tefsir etmeye çalışıyorum” diye cevap verir. Râzî, bu menkıbeyi anlattıktan sonra astronomi ile meşgul olan âlimin cevabını çok beğenir ve şöyle der: “ O çok isabetli bir cevap vermiştir. Çünkü bir insan, Allah’ın sanatı ve mahlûkatı ile ne kadar meşgul olursa, o ölçüde O’nun kudret ve azametini anlar.”
Kur’an’ın ilk tebyincisi/ açıklayıcısı olarak Hz. Peygaber, ümmetine bu bütünlüğü yansıtan örnekler sunmuş ve açıklamalarda bulunmuştur. Bunlardan bir kaçısını zikretmek, meramımı anlatmaya yetecektir. O şöyle demektedir:
“Ümmetimin iyi-kötü bütün amelleri bana gösterildi. İyi işlerinin içinde, gelip geçenlere eziyet veren şeylerin yollardan kaldırılmasını da buldum. Kötü amelleri arasında da mescidde temizlenmeden bırakılmış balgamı gördüm.” [viii]
“Müslüman bir kişi bir ağaç diker de ondan insan, hayvan veya kuş yerse, bu yenen şey kıyamet gününe kadar o Müslüman için sadaka olur.” [ix]
“Ağaç diken bir Müslümana o ağaçtan yenilen mahsul onun için sadakadır. Yine o ağaçtan çalınan meyve da onun için sadaka olur. Vahşi hayvanların yediği de o kimse hesabına bir sadaka olur. Kuşların yediği de sadakadır. Her insanın ondan yiyip eksilttiği mahsûl de onu diken Müslümana âit bir sadakadır.”[x]
“Herhangi bir Müslümanın diktiği ağaçtan yenen şey, onun için sadakadır.”[xi]
Peygamberimizin bu sözlerinden ve davranışlarından yeşil alanların korunmasını, ağaçların kesilmemesini, hayvanların ve bitkilerin korunmasını yani tabiat varlıklarının korunmasını dinî bir kural olarak vaz ettiğini anlıyoruz. Nitekim Mekke ve Medine’nin sit alanı olarak ilan edilip buraların korunma altına alındığını görüyoruz. Özellikle Hac sırasında bir otun bile koparılmaması ve orada yaşayan hiç bir canlının öldürülmemesi emri, çevreyi korumaya dinî bir nitelik kazandırıyor. Aynı şekilde Taif bölgesinde yaşayan hayvanların avlanmasını ve buradaki ağaçlarının kesilmesini yasakladığını öğreniyoruz. Peygamberimizin tabiat varlıklarını korumaya verdiği önem kadar, ağaçlandırmaya da önem verdiğini, ağaç dikmeyi teşvik ettiğini de biliyoruz.
“Kıyamet koparken bile her kimin elinde bir hurma dalı varsa ve bu hurma dalını dikmeye gücü yeterse onu mutlaka diksin.”[xii]
Onun bu sözünden her insanın son anına kadar ne yapması gerekiyorsa onu mutlakla yapmasını, asla te’hir etmemesini ve bu dünyada yaptığı her işin sonucu itibariyle bir ahiret işi olduğunun bilincinde ve farkında olmasını hatırlatmaya yönelik olduğunu anlıyoruz. Ama insan bunun ne kadar farkındadır? İşte bu, net olarak bilinmiyor. Bununla birlikte insanların bu konuda bilgilendirilmeye ve eğitilmeye ihtiyacı bulunuyor.
Bu nedenle çevre- insan ilişkisini duygusal bir boyutta ele alıp anlatan Duwarmish Kızılderililerinin Reisi Seattle’ın 1854 yılında ABD Başkanı Franklin Pierce yazdığı mektuptan bir bölümü, aktarmak istiyorum:
“Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır.
Bildiğimiz bir gerçek daha var; sizin Tanrınız bizimkinden başka bir Tanrı değil. Aynı Tanrının yarattıklarıyız. Beyaz adam bir gün bu gerçeği de anlayacak ve kardeş olduğumuzu fark edecektir. Siz Tanrınızın başka olduğunu düşünmekte serbestsiniz. Ama hepimizi yaratan Tanrı için kızılderili ile beyazın farkı yoktur.
Ve kızılderililer gibi Tanrı da toprağa değer verir. Bu toprağa saygısızlık, Tanrının kendisine saygısızlıktır. Beyaz adamı bu topraklara getiren ve kızılderiliyi boyunduruk altına alma gücünü veren Tanrının adaletini anlayamıyoruz. Tıpkı buffaloların öldürülüşü, ormanların yakılışı, toprağın kirletilişini anlamadığımız gibi.
Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş, yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı olacak.”
Bu makalede Celal Kırca, Kur’an ve Sosyal Hayatımız, Ankara,2018, s.167-174’de yer alan röportajdan yararlanılmıştır.
[i]En’am,6/38.
[ii] Rûm,30/22-24
[iii] Rahmân,55/5-9.
[iv] Rûm,30/41
[v] Bakara, 2/266.
[vi] İsra, 17/44.
[vii] Hac, 22/18.
[viii] Müslim, Mesâcid 57.
[ix] Müslim, Müsâkât 10
[x] Müslim, Musâkat, 2
[xi] Müslim, Müsâkât, 7.
[xii] Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, IV, 63