Çok şükür koskoca pazartesi günü de bitti ve yatma vakti geldi. Diğer koğuşlardan gelen bağrış çağırışlar eşliğinde dua ve niyazlarla uyumaya çalışıyorum.
Bir müddet uyuduktan sonra uyandım. Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum ama kendimi oldukça dinç ve uykumu almış hissediyorum. Üzerimde uyku mahmurluğundan hiç eser yok.
“Onlar ki, gecenin yalnızlığında secdeye vararak ve kıyama durarak, Rablerini anarlar.” (Furkan-64) ayeti mucibince abdest alıp gece namazı kılıyorum. Bu ıssız ve dona kesen soğuk gecede namaz bir o kadar sıcak ve bir o kadar da teskin edici.
Terörist diye cümle âleme ilan edilip atıldığım bu hücrede gecenin bu vaktinde her şey bana yabancı, ters, itici ve tiksinti verici gelirken sadece namaz yakın bir dost sıcaklığını hissettirerek beni sarıp sarmalıyor.
Rahmetli Necip Fazıl, cezaevi günlerinde yazdığı Zindandan Mehmet’e Mektup adlı şiirini bu duygularla kaleme almış olmalı:
Somurtuş ki bıçak, nâra ki tokat;
Zift dolu gözlerde karanlık kat kat…
Yalnız seccademin yününde şefkat;
Beni kimsecikler okşamaz madem;
Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!
Bu muhteşem dizeler cezaevinde insanın sevgiye olan ihtiyacı ile ulûhiyet arasındaki bağı o kadar da güzel ifade etmiş ki! Biricik din olan İslam’ın sevgi vurgusunu yaparak işleyen İsa(as) ve İncil hakkında Kuran’daki muhteşem tespitler aklıma geliyor. “Meryem oğlu İsa’yı da onların ardından gönderdik ve ona İncil’i verdik. Ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet duyguları koyduk.” (Hadid-27) diyor Yüce Allah.
İnsanlar için şefkat ve merhamet duyusunun kaynağı olan sevgi ne kadar önemli bir olgu! Hele benim gibi bir hücrede tek başına manen ölüme terk edilenlerin sevgiye ne kadar çok ihtiyacı var. Sevgi alışverişinin olduğu ortamlardan buraya düşünce “Sınırsız Rahmet Sahibi, imana erişip dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyanları sevgiyle kuşatacaktır.” (Meryem-96) ayeti tecelli ediveriyor. Bir seccadenin sizi nasıl öpüp teskin ettiğine iç dünyanızda şahit oluyorsunuz.
Cezaevlerinin Vazgeçilmezi Namaz!
Cezaevlerinde namaz ile ilgili ilginç örnekler var. 1980 askeri darbesi ile cezaevine düşen siyasi parti liderlerinin hapiste namaza başladıklarını ve cemaatle namaz kıldıklarını yakın tanıklardan dinlemiştim. Bu kişiler Türkiye’yi yöneten ve kararları milyonları etkileyen en öndeki kişilerdi. Bir gece sabaha karşı halkın verdiği iradeyi gasp eden darbeciler tarafından devletin zirvelerinden dehlize gömülen siyasi liderler bu kırılma anı etkisiyle birlikte namaza başlamış, yaratıcıya sığınmışlardı.
2008 yılında başlayan Ergenekon davası sürecinde Silivri Cezaevine düşen oldukça seküler ve laikçi üst düzey paşaların önemli bir bölümünün cezaevinde namaza başladıkları ve ayrıca Cuma namazına da gidebilmek için cezaevi yönetimine dilekçeler yazdıklarını biliyoruz.
Bu paşaların önemli bir bölümü görevlerini yerine getirmekten başka suçları olmayan masum kişilerdi. Hiç beklemedikleri bir zamanda FETÖ kumpasına maruz kalarak birden bire zindanı boylamaları neticesinde nasıl bir duygu durumu yaşadıklarını benden daha iyi anlayan olamayacağı konusunda iddialıyım. Namazın şefkatli kollarında nasıl huzur bulduklarını gayet iyi tahmin edebiliyorum.
Ayrıca falan cinayeti işleyen kişinin veya uyuşturucu kullanmaktan cezaevinde düşen filan meşhur pop şarkıcısının cezaevinde namaza başladığı gibi benzer pek çok haberi medyada görmek mümkündür.
Şahsen ben hapis sürecimde, dışarıdayken doğru dürüst besmele çekmesini dahi bilmeyen, hayatında namaza hiç ama hiç yer vermemiş pek çok kişinin sıfırdan başlayıp besmeleyi, sureleri, namazı öğrendiklerini; beş vakit namaz dışında gece namazlarına da kalktıklarını, Kuranı Kerimi anlamaya çalışarak okuduklarını ve iyi bir insan olmaya gayret ederek dindarlaştıklarını çok gördüm. Yeri geldiğinde bu örneklerden bahsedeceğim inşallah.
Musibetlerin Manevi Dünyamıza Müspet Etkileri
Kadrini bilene mahpusluk gibi musibetler manevi anlamda tekâmüle kapı aralıyor. Yapılan pek çok çalışma, hastalık ve musibete maruz kalan bireylerin ve toplulukların Allah’a yakınlaştıklarını ve dini dünyalarında belirli bir bilince ulaştıklarını gösteriyor.
Allah’ı bulan neyi kaybeder? Cezaevinde insan bedensel özgürlüğünü yitirmiş olsa da Allah’ın kulu olduğunu fark ederek pek çok şeye kul olmaktan kurtulup ruhsal bir özgürlüğe yelken açabiliyor. Rahmetli Aliya Izzetbegoviç’in hapis günlerinde derinleşen fikri dünyasının notlarını “Özgürlüğe Kaçışım” başlığı altında derlemesi tesadüf değildir!
Ölme hızla yaklaştığımız şu fani dünyada, Yaratıcıya yabancılaştıktan sonra dünyalar bizim olsa neye yarar. Devasa maddi zenginlikler, hazlar ve karizma, içimizdeki boşluğu doldurmaya yetiyor mu? Yaşanan hayat gösteriyor ki yetmiyor. Bu sebeple Yüce Yaradan “Kalpler, ancak Allah’ın zikri ile tatmin olur.” (Rad-28) buyurarak sıratı müstakim olan Kuran yolunu bize öğretmiyor mu?
Fransız mucit filozof Pascal (Ö:1662) “İnsan boş yere etrafındaki her şeyle içindeki boşluğu kapamaya çalışır, o şeylerden hiç biri ona yardımcı olamaz, çünkü bu sonsuz boşluk ancak sonsuz olanla yani Allah ile kapanabilir.” sözleriyle bir hakikati dillendirmeye çalışmış.
Meşhur Alman filozof Goethe (Ö: 1832) ise insanın içindeki boşluğu şiirsel bir üslupla bakın ne güzel ifade etmiş:
Doyurmuyor hiçbir zevk onu,
Yetmiyor ona hiçbir mutluluk,
Koşup duruyor böylece peşinde değişken biçimlerin;
Şu son, kötü, boş an’ı, durdurmak istiyor zavallı.
Karşı koyan yeniliyor zamanın hükmüne;
Yatıyor ihtiyar burada yığılmış kumlara!
Duruyor saat.
Hayat Denen İmtihanın Cafcaflı Çeldiricileri
Hayat imtihanı çeldiricilerle dolu. Bu durumu dünyevi aşk üzerinden ne güzel tasvir etmiş rahmetli Neşet ERTAŞ.
Cahildim, dünyanın rengine kandım
Hayale aldandım, boşuna yandım
Seni ilelebet benimsin sandım
Ölürüm sevdiğim, zehirim sensin
Evvelim sen oldun, ahirim sensin
Dünyanın rengi, içinde yaşayan insanları yoldan çıkarabiliyor. Hayatın birçok hengâmesi ve çeldiricileri tuzu kuru insanlara sahte bir güven ve daimilik hissi verebiliyor. Yeryüzünde kasılarak yürüyen ve burnundan kıl aldırmayan kibirli bir karakter inşasına neden olabiliyor. İlk devir İslam âlimlerinden Hasan-ı Basri (Ö:728) insanın bu gerçeğini “Eğer fakirlik, hastalık ve ölüm olmasaydı insanoğlunun kibirden başı eğilmez olurdu.” sözleriyle ifade etmiş.
İnsanoğlu gündelik hayatın hay huyu içinde alışkanlıklarıyla, iç dürtüleriyle, bağımlılıklarıyla veya başkalarına öykünerek adeta otomatik pilota bağlanmış bir vaziyette yaşayıp gidiyor. Bilincini kullanma ihtiyacı hemen hiç duymuyor. Belli ezberlerle ve rutinlerle hayat akıp giderken olağan dışı bir olay, bela ve musibetle karşı karşıya kaldığında ancak kendine geliyor. Bilincini kullanmaya başlıyor ve kendi gerçeğinin farkına varabiliyor.
Oysa iyi günlerinde acziyetini ve ölümlü olduğunu pek ve hatta hiç aklına getirmiyor. Hâlbuki bu hayatın en bariz gerçeği ölüm değil mi?
Bilgisayar endüstrisinin önderlerinden biri kabul edilen ve döneminde dünyanın en zenginlerinden biri olan Steve Jobs (Ö: 2011) kanser hastalığına yakalandıktan bir müddet sonra “Yakında öleceğimi hatırlamak, hayatta karşıma çıkan sorunlarla ilgili tercihler arasında seçim yapma konusunda bana yardımcı olan en önemli araç oldu. Çünkü neredeyse her şey, tüm harici beklentiler, gurur, kibir, rezil ya da başarısız olma korkusu ve diğer tüm dertler, hepsi ölüm karşısında geri çekiliyor.” diyerek ölümü ensesinde hissedince yaşadığı değişimi çok güzel ifade etmiş.
Haddinizle Yüzleşme
Ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenen Jobs gibi cezaevine düşen biri de insan hayatının hiç beklenmeyen bir zamanda ansızın biteceğini yakinen görüyor. Ölüm de böyle mi olacak, pat diye mi gelecek? Yoksa hazırlıksız mı yakalanacağım? Mahpuslukta olduğu gibi dışarıda her şey yarım kalmışken mi kapımızı çalacak? Benzeri sert, sivri ve acımasız soruları insan kendine ancak hayatın kırılma anlarında sormak durumunda kalıyor.
Böyle bir ortam hayatın anlamına dair; ben kimim, nereden geldim, niçin buradayım ve nereye gidiyorum gibi insanoğluna kadim soruları sorduracak koşulları mütemadiyen gözünüzün içine içine sokuyor.
Yaşamın kırılma noktalarındaki insan, şimdiye kadar hayatını sisli bir perdenin ardında yaşamış da gözlerini tam açamamış, ancak beklenmedik bir musibetle karşılaşınca her şey içten gelen bir nurla aydınlanmış hissine kapılıyor. Sanki ayağına taşın değmediği tozpembe bir rüyadan uyanmış gibi… Eksikliklerini, zayıflığını, aczini ve aslında haddini hududunu daha net olarak idrak ediyor. Bu yüzden güç ve kudretin gerçek sahibi olan Allah’a yaklaşmayı ve sığınmayı en makul yol olarak görülüyor.
Yaradan kulunu bilmez mi hiç? Rabbimiz: “Sizi karada ve denizde gezdirip dolaştıran O’dur. Hatta gemilerde bulunduğunuz ve o gemiler, içindekilerle beraber hoş bir esinti ile akıp gittikleri ve tam keyiflendikleri sırada o gemilere şiddetli bir fırtına gelir çatar ve her taraftan onlara dalgalar gelmeye başlar. Bütünüyle kuşatılıp artık bittiklerini sanırlar. İşte o vakit tam ihlâs ile Allah’a yalvarır ve dindar olurlar: “Eğer bizi buradan kurtarırsan, ant olsun ki, şükredenlerden olacağız.” derler’(Yunus-22) buyuruyor.
Her taraftan kuşatılmış bir vaziyette kendimizi çaresiz ve bitmiş hissettiğimiz durumlardaki psikolojimizi Rabbimiz ne güzel tasvir ediyor, Kuranı Kerimde musibetle sınanan insanın tavrı özellikle gözümüze sokulmuştur. Sebebi açıktır: Gaflete düşmemek ve tetikte olmanın tek yolu bunun farkında olmaktır. Yani bilinçli olmaktır.
Musibet Ortamında Namazım Ve Ben
Namaza yabancı bir insan değildim. Namazımdan lezzet alan biri olarak hayatımı sürdürmeye gayret ediyorum. Ancak şunu bittecrübe öğrendim. İnsanoğlunun başına bir musibet geldiğinde namazın ayrı bir önemi var. Resulullahın “Gözümün nuru” dediği Namaz, hapiste daha içten ve sanki daha hak edilmiş dualara vesile oluyor. Bu dualar depresyon ve strese karşı psikolojik olarak insanı daha dirençli kılıyor. Namaz ve dua insanın ruh ve beden sağlığını daha iyi hale getirerek zorluklarla baş etme gücünü artırıyor.
Allah Teâlâ’nın “Biz seni ancak âlemlere merhametimiz gereği gönderdik.” (Enbiya- 107) buyurduğu Peygamberimiz(sav) bir bela ve musibet ile karşılaştığında hemen abdest alıp namaz kıldığı rivayet edilmiştir.
Gece namazından sonra ezbere bildiğim ayetleri ve aklıma gelen duaları tekrarlayarak gecenin sessizliğinde derin düşüncelere dalıyorum. Zekeriya(as)’ın duasını okuyorum: “Şöyle demişti: ‘Rabbim! Gerçekten kemiklerim zayıfladı, saçlarım ağardı. Rabbim! Sana yalvarmakla şimdiye kadar bedbaht olup bir şeyden mahrum kalmadım.” (Meryem-4).
Zekeriya(as) kadar olmasa da benim de yaşım hayli ilerledi. Yine Zekeriya(as) gibi ben de bugüne kadar Rabbimden ne istedimse eli boş dönmedim. Ya şimdi… Geride bakıma muhtaç minik yavrularım var ve benimse biricik silahım dualarım!
İçine düşürüldüğüm durum bana “Sizden biriniz ister mi ki: Kendisi yaşlanmış ve bakıma muhtaç çocukları da varken, içinde nehirler akan, her türlü meyvesi olan, hurma ve üzüm ağaçları bulunan bahçesini ateşten bir kasırga gelip yaksın. İşte, Allah, düşünesiniz diye ayetlerini böyle açıklıyor.” (Bakara-266) ayetini hatırlatıyor. Ailecek nimetler içerisine gark olmuşken ansızın gelen bu musibetle her şey tarumar oldu.
Bu duygu ve düşünceler içerisinde Zekeriya (as)’ın duasının devamını kendime uyarlayıp ‘Mülkümü, ehlimi Hafız ismine emanet ediyorum Allah’ım. Ya Muiz, yeniden hayata izzetle şerefle kavuştur.’ kısmını ilave ediyorum. Biliyorum ki “Kim izzet istiyorsa, bilsin ki izzet tamamen Allah’a aittir. “ (Fatır-10)
Devam ediyorum: Tuzak kurdular Allah’ım, tuzaklarını boz, tuzak bozanların en hayırlısı sensin Allah’ım.
Allah’tan başka ilah yoktur. Allah ortaktan ve kusurdan uzaktır. Her türlü övgü ve minnet Allah’a mahsustur. Güç ve kuvvet ancak yüce ve azamet sahibi olan Allah’a mahsustur. Allah bize yeter, o ne güzel vekildir. O ne güzel Mevla o ne güzel yardımcıdır. Allah’a aidiz dönüş yine onadır gibi dilime pelesenk olan ayet ve duaları tekrarlarken uykuya dalıyorum.
Anahtar Kelimeler: Mahpusluk, Namaz, Musibet, İmtihan, Ölüm, Yüzleşme