Son günlerde, bizim mahallenin muhafazakâr, “Çarşı, her şeye karşı” yazarlarından, demokrasi ile ilgili yazılar okudum. Kendini, “Ümmetin orta yolcularından” yani “Vasat ümmetten” gören ve bu konuda zamanında uzun araştırmalar yapan birisi olarak ben de bir şeyler yazacağım.
Dünyevî düzlemde, yönetme anlamında hâkimiyet, din adamlarına veya bir din kurumuna değil yeryüzünün halifesi olan insana aittir. Fakat dünyevî hâkimiyetin kullanılışı konusunda birtakım ölçü ve kayıtlar bulunmaktadır. İslam toplumlarında öteden beri genel kanaat, dünyevî hâkimiyetin/iktidarın ümmete ait olduğu, ümmetin bunu çeşitli biçimlerde kullanabileceği şeklindedir. Dolayısıyla teorik olarak kimsenin “Allah adına toplumu yönetmesi” söz konusu değildir. Yönetim halktan alınan yetkiyle ve halk adına olacaktır. Diğer bir ifadeyle “Hâkimiyetin Allah’a ait olduğu” ilkesi, beşerî iradenin küllî iradeye ve İslam’ın temel esaslarına tâbi olacağını anlatmakta olup, iktidarın milletçe belirlenmesi bu ilke ile çelişmez. Halife de, “yeryüzünde Allah’ın adına iş gören kimse” anlamında değil, “Hz. Peygamber’in halifesi, onun yerine geçen ve ümmet adına iş gören kimse” anlamındadır. Bu yüzdendir ki, devlet başkanına “Halifetullah”/Allah’ın halifesi, “Zıllullah fi’l ard”/Allah’ın yeryüzündeki gölgesi gibi lakap ve unvanların verilmesi -saltanat dönemlerinde zaman zaman görülse de- İslâmî literatürde öteden beri doğru bulunmamıştır.
“Demokrasilerde egemenlik halkındır, İslam’da ise Allah’ındır” sözü, esasen farklı iki düzleme ait değer hükmünün, iyice düşünülmeden bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş avâmî bir söylem olup günümüzde de siyasi bir slogan ve demagoji/lafazanlık/lafebeliği aracı olarak kullanılmaktadır. Bu yaklaşım, aynıyla, Haricîlerin hakem meselesindeki tutumundan ötürü Hz. Ali’ye karşı çıkarken sarf ettikleri “Hüküm Allah’ındır” sözü gibidir. Hz. Ali bu sözü duyunca, bunun bir yanıltmaca olduğunu anlatmak üzere “Bu söz doğrudur; fakat siz onu meşru olmayan maksatlar için kullanıyorsunuz” demiştir. “Hâkimiyet millete aittir” derken kastedilen husus, siyasal iktidarın, herhangi bir sınıfın, zümrenin veya cemaatin doğal veya İlâhî/Tanrısal hakkı olmadığı, tam tersine, bu hakkın millete ait olduğu ve yöneticinin onun tarafından belirleneceğidir. (TDV İlmihal-II, İslam ve Toplum. S.288)
Fertler için devlet başkanını seçmek bir haktır. Başkanlığa seçtikleri kimse hukuk devletinin başkanıdır. İslam hukukçuları şöyle açıklamışlardır: “Müslümanların ittifakla oy verip biat ettikleri kimsenin başkanlığı kesinleşir ve kendine yardım etmek şart olur”. (İbn Kudâme, El-Muğnî, 8/106)
“İmam/devlet başkanı halkın biat etmesiyle/oy vermesiyle tespit edilir. Yoksa kendisinden öncekinin tavsiyesi ile değil.” (İbn-i Teymiyye, Minhâcü’s Sünneti’n Nebeviyye, 1/142)
Demek ki, devlet başkanı, halkın seçip rızasını beyan ettiği kişidir. Kullandığı hâkimiyet, halkın bu seçim ve rızasına dayanır.
Fertlerin devlet başkanını seçme hakları var olunca, bu hakkın dayandığı bir kökün de var olması gerekir. Bu hak, şûra ilkesine ve hukuk kaidelerini uygulamaktan, aynı zamanda kendi işlerini bu kaidelere uygun olarak yürütmekten halkın sorumlu oluşu esasına dayanır. Şûra prensibini K. Kerim zikretmiştir: “Onların işleri, aralarında şûra/danışma iledir” (42/Şûra:38). Bu ayet, meselelerin şûra yoluyla hallolacağı konusunda açık görünmektedir. Hele devlet başkanlığı gibi bir meselenin, hakkında müşavere yapılması gereken en önemli işlerden biri olduğuna şüphe yoktur. Hatta bu hepsinden daha mühim bir konudur ve toplum meselelerinin mihverini teşkil eder. Bu sebeple fertlerin, kendilerine veli seçecekleri şahsın hakkında görüş sahibi olmaları gerekir. Müşaverede fertler başkan adayı hakkındaki görüşlerini açıklamak zorundadır. Bu uygulama, kamu hukukunun bir tecellisidir.
Devlet başkanının hukukî yeri, vekil veya naibin yeridir. Vekil halka mensuptur, ümmettendir. Ümmet de, kanun hükümlerini uygulamak ve işlerini idare etmek için vekili/başkanı seçendir. İslam hukukçularının tanımladıkları şekil budur. Devlet başkanının yeri vekillikten ibaret olunca, kullandığı hâkimiyetin, kendisini seçene ait olduğu açıkça anlaşılır. O halde vekil bu hâkimiyeti ümmet adına ve ancak bu değerle kullanır.
Burada toplumun, hâkimiyetin kaynağı olmasına rağmen bu hakkın mutlak olmayıp Allah’ın mutlak hâkimiyeti ve toplum düzeni ile fertler hakkında buyurmuş olduğu hükümlerde beliren iradesiyle sınırlı olduğunu belirtmek gerekir. Bu sebepten de toplumun hâkimiyeti kendi başına buyruk, her şeyi yapabilme anlamında değil, “kutsal nizamı uygulama hâkimiyeti” anlamında anlaşılmalıdır. Hâkimiyetin bu karakterine göre kutsal düzeni/şeriatı değiştirmeye yetkili olmaması ve bu düzeni bozacak veya bozmaya mal olacak herhangi bir tasarrufta bulunmaması lazımdır. Bir defa toplum böyle bir yetki ve tasarruf hakkına sahip olmayınca, toplumun vekili konumundaki devlet başkanı da sahip olamaz. Çünkü vekil, vekâlet aldığı şeyde, asıl malikin haklarından fazlasını iktisap edemez, yetkilerini aşamaz. İkisinden biri/toplum veya başkan, Allah’ın kanununa muhalif bir hükme uyduğunda veya bu kanunu bozacak bir tasarrufta bulunduğunda, kanunî bir hükme dayanmayan bu amelin -hâkimiyetin sınırlarını aştığı için- bâtıl sayılacağı aşikârdır. Çünkü toplumun hâkimiyeti “TATBÎKÎ BİR HÂKİMİYET”tir. Mevcut İlâhî kanunu uygulama serbestisidir. Yoksa Allah’ın kanunlarına aykırı kanun yapacak, düzen kuracak ve tatbik edecek kabiliyette sınırsız bir hâkimiyet değil… (Prof. Dr. Abdülkerim Zeydan, İslam Hukukunda Fert ve Devlet, Trc. Cemal Arzu, S.36-43)
Demokrasi, egemenlik haklarının halka ait olduğu siyasî sistem ve yönetim şeklidir. Genelde din, özelde İslamiyet ile demokrasi arasında bir ilişki kurulmak istendiği zaman, bu ilişkinin “bir mukayese” şeklinde ele alınması doğru değildir. Çünkü en basit tanımıyla İslamiyet bir din, demokrasi siyasetin mümkün olan çok sayıda tekniklerinden biridir.
Tunuslu mütefekkir ve hareket lideri Râşit el-Gannûşî, “İslamcılar arasında demokrasiyi eleştiren ve onu küfür olarak değerlendirenlerin hiçbir düşünceleri yoktur. Bana göre onlar, anayasal ve hukuksal bir kültüre sahip olmayan insanlardır. Felsefî ve siyasal bir kültürleri olsa, onu kullanarak bir karar mekanizması olarak Demokrasi ile Batı demokrasilerinin içeriğini birbirinden ayırabilirlerdi. Demokrasi, çoğunluğun otoritesini tanıması, karar almada baskıcı bir azınlığa değil, çoğunluğun görüşüne itibar etmesi bakımından sağlıklı bir araçtır. Bu araç sayesinde iktidarın kansız ve devrimsiz olarak el değiştirmesi mümkün olmaktadır. Bu aracı materyalist felsefî içeriğinden soyutlayabilir ve iman değerleriyle donatırsak ve onda takvanın esas olmasını sağlayabilirsek, işte o zaman demokrasinin aslında bize ait olduğunu söyleyebiliriz. Batılılar şûra düzenini bizden aldıktan sonra geliştirmiş ve siyasal bir düzen haline getirmişlerdir. Çünkü günümüzde hâkim olan demokrasi anlayışı ile Atina’da yaşayan Yunan Demokrasisi arasında en ufak bir ilişki yoktur. Aralarındaki tek ortak yan ismindedir. Demokrasinin reddedilmesi, İslâmî düşünce açısından çok kötü bir imaj meydana getirmektedir. Çünkü böyle bir tavır, bir şeye karşı olmanın onun karşısındakini kabullenme eğiliminin bulunduğunu çağrıştırması yüzünden, Müslümanların diktatörlük yanlıları olduğu gibi bir yanlış anlama gündeme getirmektedir. Oysa hiçbir kimse Müslümanlar kadar diktatörlük ve istibdat düşmanı olamaz. Müslüman milletleri ezen ve öğüten demokrasi değil, diktatörlük ve totalitarizmdir. Beni şaşkına çeviren, diktatörlüklerden en çok çeken ve istibdat rejimlerinin baskıları altında kıvranan Müslümanlardan bazılarının, gerçek düşmanları olan diktatörlükle mücadele yerine, demokrasiyle didişmekte olduğunu görmektir” diyerek tavrını demokrasiden yana koymaktadır. (Râşid el-Gannûşî, Yeni Şafak, 13.03.1997. Son sayfa).
Demokrasiye veryansın edenler siyasi teknik olarak demokrasiyi kullanmak istemiyorlarsa monarşi, oligarşi, saltanat veya krallıktan birini tercih etmek zorundalar. Çünkü İslam’da ne Allah ne de Rasûlü bir devlet modeli önermemiştir. Önermiş olsaydı dört Raşit Halife o modele göre devletin başına geçerdi. Hepsinin de Hilafet makamına gelişi farklı tekniklerde olmuştur.
Kısaca demokrasi, İslam’ın hasmı ya da alternatifi değildir. Demokrasinin birçok hedefi, İslam’ın da toplumsal hedefleri arasında yer almaktadır. İslam, demokratik hukuk devletinin önünde bir engel değildir. Demokrasi, daha iyisi bulunmadığı için katlanılan siyasî bir modeldir. Gerisi lafı güzaf.
Musab SEYİTHAN
Dostum. Yazınıza aynen katılıyorum.
Ancak: DEMOKRASİ= İSLAM
ISLAM = DEMOKRASİ olmadığını da yazmak gerek. Böyle diyenler de çok..
Müslüman için ESAS OLAN ISLAM AHKÂMININ
UYGULANIP UYGULANMAMASI MESELESİDİR.
Bir yerde yazıldı amma yetmez..
Bende bazı sorular sorayım.
İSLAM AHKÂMINI UYGULAYAN KRAL
BEŞERİ KANUNLARI UYGULAYAN DEMOKRAT
Hangisini Tercih Etmeliyiz..
SEÇİME EVET, HALKIN SEÇMESİNE EVET
İslam Dışı Uygulamaya Hayır dememiz gerekmiyor mu.?
İSLAM AHKAMININ UYGULANDIGI BIR ULKEDE YAŞIYORUZ diyelim. İŞÇİ TURİST ALIYORUZ
VATANDAŞ YAPIYORUZ.
Çoğunluğu kaybettik.
SEÇİM yaptık. Krallık Monarşi v.s
İslami Ahkamı Uygulamayız Diyenler kazandı.
EYVALLAH MI demeliyiz.
Öyle klavye başında yazmakla olmuyor dostum
Hızır hocam yazıyı yüzeysel okumuşsun ve soruna cevap olacak yerleri pas geçmişsin. Öncelikle vatandaşın hakimiyeti kutsal nizamı/şeriatı değiştirecek bir hakimiyet değildir. İkisinden biri/toplum veya başkan, Allah’ın kanununa muhalif bir hükme uyduğunda veya bu kanunu bozacak bir tasarrufta bulunduğunda, kanunî bir hükme dayanmayan bu amelin -hâkimiyetin sınırlarını aştığı için- bâtıl sayılacağı aşikârdır. Çünkü toplumun hâkimiyeti “TATBÎKÎ BİR HÂKİMİYET”tir. Mevcut İlâhî kanunu uygulama serbestisidir. Yoksa Allah’ın kanunlarına aykırı kanun yapacak, düzen kuracak ve tatbik edecek kabiliyette sınırsız bir hâkimiyet değil… ifadelerinde buna değindim.
Avrupa demokrasilerine bakıp hüküm verme yanlışına düşüyoruz. Avrupanın başıboş ve her şeyi mübah sayan demokrasi anlayışı ile Müslümanın işi olmaz.
Şeriatı uygulayan krallık mı yoksa beşeri sistemi uygulayan demokrasi mi tercih edilir? Diye soruyorsun. Emevilerden 1923 yılındaki uygulama hemen hemen böyle olmuştur. Bu tür krallık ya da saltanat usulü yönetim şekillerinde “Kamu hukuku” gasbedilmiş demektir. Dört halifenin göreve gelişinde halkın beyatı/oyu sözkonusu iken saltanat sisteminde kamu hukuku, babadan oğula geçiş usulüyle gasbedilmiştir. Bu eksikliğine rağmen saltanat sisteminde İslam uygulanabiliyorsa, kamu hukukunun da tanındığı demokraside İslam nasıl uygulanmaz?
Demokrasi, islamla karşılaştırılmaz. Birisi din, diğeri yönetim tekniklerinden biridir. Kim karşılaştırıyorsa yanlış yapıyor.
Turistlere vatandaşlık verildiğinde ya müslüman olmuştur, ya da zimmidir. Müslüman ise diğer müslümanlarla aynı haklara sahiptir. Zimmi ise, zimmilerin de kendilerini mecliste temsil edecek vekilleri olur. Ama onlar İslam toplumunda azınlıklardır.
Hiçbir zaman İslam meclisinde ” Bu şeriat rejimini değiştirelim” oylaması yapılamaz. Meclisin böyle bir hakkı yoktur. Yazıda da siyah puntolatla belirtildiği gibi Müslüman halkın veya onların temsilcilerinin hakimiyeti TATBİKİ HAKİMİYETTİR. Yani İslam şeriatını tatbik etme hakimiyetidir.
Bu yazım uzunca bir hazırlığın özetidir. 10 sayfalık o yazıyı özelden göndereyim de bir de oradan oku bakalım hocam.
Demokratik bir yolla seçilip meclis başkanlığı koltuğuna oturmuş bir kişinin, yine aynı metodla seçilen bir devlet başkanı tarafından görevinden alınıp hapse atılması, meclisin feshedilmesi, Gannuşinin demokrasi hakkındaki düşüncelerinde bir takım değişikliklere sebep olmuştur.
Bu demokrasi konusu netameli bir konu…
Yazıda da ifade edildiği gibi aslolan Allah cc ve Rasulunün emirlerine muvavık yönetmektir. Kim tarafından ve nasıl yönetmek değil…