islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4888
EURO
36,2725
ALTIN
2.958,62
BIST
9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
8°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

DEVLETLERİN (SAPKIN) TARİKATLARLA İMTİHANI: ‘HİZMET HAREKETİ’ KEMALİST REJİMİ NASIL SAVUNUR HÂLE GELDİ? (6)

DEVLETLERİN (SAPKIN) TARİKATLARLA İMTİHANI: ‘HİZMET HAREKETİ’ KEMALİST REJİMİ NASIL SAVUNUR HÂLE GELDİ? (6)
8 Kasım 2018 15:00
A+
A-

Değerli Okuyucularım;

21. yüzyılda yaşayan ahir zaman Müslümanlarız. Yaşadığımız materyalist/kapitalist dünyada geçerli olan bazı özgürlükçü evrensel hukuk ilkeleri, T.C. devleti ve dolayısıyla vatandaşları için de geçerlidir. Bırakınız tarikat mensuplarının sapkın görüşlere sahip olup olmadıklarını tartışmak, mesela devlet olarak altına imza attığımız Genişletilmiş Avrupa Sosyal Şartı’nın temel maddelerinden birisi olan “Ayrımcılık Yapmama” ilkesine göre “cinsel tercihleri farklı olanlar” için bile “cinsel sapıklar” ifadesini kullanmak, bir hakaret olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla özgür/demokratik ülkelerde herkes, hangi dünya görüşünü/yaşama biçimini/inanç sistemini/cinsel temayülünü benimserse benimsesin, bunu özgür bir ortamda yaşama ve yaşatma hakkına sahiptir. Şiddete başvurulmadığı ve başkalarının özgürlüğünü sınırlamaya gidilmediği sürece herkes, bu bağlamda örgütlenme hakkına sahip olmaktadır.

Bu doğrultuda modern dünyada tarikatların/inanç gruplarının sapkın görüşlere sahip olup olmadıkları konusu/tartışması, modern demokratik/hukuk devletlerin değil sivil alanda dinlerin ve din mensuplarının bir sorunudur. Demokratik hukuk sistemlerinde devlet-(sapkın) tarikatlar sorununun çözümü ise aslında çok kolaydır. Herkes (toplumun ekseriyeti tarafından sapık bile algılansa) inancında hürdür ve bu bağlamda devletin hukukî himayesi altında inancını özgürce yaşayabilir ve bu doğrultuda örgütlenebilir. Demokratik/laik Türkiye’de kitap-ehli kategorisine giren Hristiyanlara ve Yahudilere nasıl ki ibadethane açma izni veriliyorsa “cinsel tercihleri farklı olanların” yanında ateistlerin, deistlerin, masonların da örgütlenebilmesi bu yönüyle bir haktır.

95 yıldan beri Laik(çi)/Kemalist Cumhuriyet rejimi ile idare edilen Türkiye’nin en büyük sorunu, samimî bir şekilde demokrasiyi ileri bir noktaya taşıyamamasıdır. Çok partili sisteme geçiş, demokrasi yolunda bir adımdır ancak üst sistem olan Laik(çi)/Kemalist Cumhuriyet rejimi, geleneksel olarak nasıl ki Diyanet üzerinden dini/İslâm’ı kontrol altında tutuyorsa, ordu üzerinden de siyaseti, yani parlamenter sistemi denetlemektedir. Türkiye’nin asıl sorunu, dine/demokrasiye saygılı laiklik anlayışının sınırını belirleyememiş olmasıdır. Bir başka ifadeyle Laiklik çerçevesinde kalmak şartıyla dindarların özgürlük alanlarını belirlemek, şimdiye kadar hep Laikçi/Kemalist rejimin uhdesine ve insafına bırakılmış bir konudur.

Laikçi/Kemalist rejimi en nihayetinde korumak, kollamak ve gerektiğinde parlamenter sisteme müdahale etmek, anayasal bir hak/görev olarak orduya teslim edilmiştir. Buna göre kamusal alanda dinî simgelerin varlığından rahatsızlık duyan rejim bekçileri, değil kamu temsilcilerinin (memurların) sakal bırakmalarına veya başörtü takmalarına müsaade etmek, kamusal hizmetten yararlananların (üniversite öğrencilerinin) dahî katı laikçi kurallara uymaları gerekir. 28 Şubat sürecinde üniversitelerde/kamusal alanlarda başörtüsü özgürlüğü/yasağı, Laikliğin bitmez tükenmez tartışma konularından birisi olarak Türkiye’nin huzurunu bozmuştu.

28 Şubat süreci, bu anlamda post-modern bir müdahale biçimi olarak devreye girmiş ve Başbakan Erbakan’ın refah-yol hükümeti, bu anlamda irticanın yani siyasî anlamda İslâmî dirilişin odağı olarak algılanmıştır. Bu şartlar altında dindar olarak bilinen Erbakan’ın “Atatürk yaşasaydı, Millî Görüşçü olurdu” sözü, Millî Görüş’ün tağutî sistemlere alternatif olarak çıkmış ve âdil düzeni savunan bir siyasî hareket olarak görüldüğü için, rejim koruyucuları tarafından samimî bulunmamış ve takiye olarak algılanmıştır.

Aslında rejim tartışmalarında her iki tarafın temsilcileri de özgürlükçü bir demokraside olmaması gereken ve İslâm’ın da cevaz vermediği takiyeye müracaat ediyordu. Dindarlar, sivil/kamusal/siyasal alandan uzak kalmamak adına çoğu zaman inançlarından da taviz vererek, zahiren de olsa Atatürkçü bir görüntü vermek mecburiyetinde kalıyor, diğer taraftan da Kemalist/laikçi rejim koruyucuları da “biz dinci değil ama dindarız” gibi muğlak ifadelerle dine saygılı olduklarını iddia ediyordu.

F. Gülen, Milli Görüş Hareketine Neden Uzak Durdu?

Başbakan Erbakan’ın, dinî cemaat temsilcilerini Başbakanlık köşkünde ağırlaması, dine saygılı olduğunu söyleyen laikçi çevreleri epey rahatsız etmiş ve laikliğin kırmızı sınırının aşıldığı iddiasıyla hükümeti düşürme plânları çoktan devreye konulmuştu. Dine saygılı laikliğin savunucusuolarak bildiğimiz Ecevit de rejim koruyucularının himayesi ile Başbakan olabilmiş ve bu sıfatla Merve Kavakçı isimli başörtülü bir milletvekilinin bu haliyle meclise girmesini içine sindirememiş ve “bu kadının haddini bildirin” diyerek, onu protestolu alkışlarla meclisten kovma cesaretini gösterebilmiştir. Böylece rejim, laikliği/Atatürkçülüğü savunan siyasetçi ve ordu temsilcileriyle korunabilmiştir. Bâtıl’ı savununlar da dine ne kadar saygılı oldukları bu takiyeleriyle kendilerini ortaya koymuştu.

Ancak Kemalist rejimi korumada bir kamusal kurum olan Diyanet’in yanında susarak veya açıkça taraf olarak rejime destek veren dinî/siyasî yapılarda yok değildi bu süreçte. Hem tasavvufî, hem de siyasî bir hareket olan (Prof. Dr.) Haydar Baş’ın “Bağımsız Türkiye Partisi” ve cemaati, rejim için bir tehdit oluşturmuyordu. Ha keza “dinî hizmet hareketi” olarak görülen M. Fethullah Gülen cemaati de sağ, sol fark etmeksizin siyasî partilerin/iktidarların yanında özellikle 28 Şubat’taki izaha muhtaç “Başörtüsü bir teferruattır” sözü ile 28 Şubatçı Kemalist generallerin sempatisini de kazanabilmişti.

Enteresandır Erbakan’ın davetiyesine icabet etmeyen bu cemaatin lideri, “Siyasal İslâm’cılar olarak aşağılanan Millî Görüş’çülere mesafeli dururken, rejim koruyucularının himayesi ve desteği altında yurt içinde ve dışında özgürce teşkilatlanabiliyor okul ve dershaneler açabiliyordu. Gerçi ordudaki derin Kemalistler, halen bu hareketten şüpheleniyor ve AK Parti iktidara geldikten sonra da Milli Güvenlik Kurullarında “Gülen Cemaati”ni gündeme getiriyorlardı. Ne var ki bu süreçte hizmet hareketinin lideri, Kemalistlerin hoşuna gidecek tutum ve davranışlarda bulunmayı uygun görmüştü.

F. Gülen, Nasıl Atatürk’ü Savunur Hâle Geldi?

F. Gülen, daha evvel Atatürk hakkında sarf ettiği menfi sözlerinden dolayı pişmanlık duymuş ve Haziran 1999’da Show TV’de Reha Muhtar ile yaptığı ABD bağlantılı telefonlu bir söyleşide kasetlerde geçen maksadı aşan ifadelerinden dolayı “Atatürk’e karşı söylediğim yakışıksız ne varsa büyük milletten özür dilerim, yanlış yapmışım” dedikten sonra Atatürk’ün askerî ve idarî bir dahî olduğunun altını çizerek, kendisini affettirebilmiştir (23.06.1999; Milliyet; Sabah; Ana Sayfa).

Nitekim sözlerine sadık kalarak, F. Gülen’in isteği üzerine hiçbir mecburiyet olmadığı halde yurt dışında cemaat adına açılan okullara kamyon dolusu Atatürk büstleri göndermesi, okullarda Atatürk köşeleri açması, samimiyetinin bir göstergesi olarak görüldü. Söz ve eylemlerin birbiriyle uyumlu olması ile birlikte, birçok dindar insanın Atatürk’e karşı menfi bakışı da olumlu anlamda değişime uğramıştır. Ve ilginç tarafı “hizmet hareketi” bu Kemalist yönüyle hem derin devletin, hem de ibadet eden dindar kesimi ile iktidarda olan Ak Parti’nin itimadını kazanmıştı. Belki de bu özgüvenle F. Gülen, “Devlet idam verse de (Türkiye’ye) geleceğim” deme cesaretini kendinde görüyordu (23.06.1999; Milliyet; Ana Sayfa).

Bir İslâmî cemaatin lideri olarak F. Gülen, gerçekten Kemalist rejimi savunan ve ona uyumlu olarak hizmet etmek isteyen güvenilir bir fikir insanı mıydı yoksa gerçek yüzünü gizleyerek, halen ‘devleti/orduyu ele geçirmek’ adına takiye mi yapıyordu? Atatürk hakkındaki aşırı övücü sözlerin maksadı, takiye yoluyla Kemalistleri mi oyuna getirmekti, yoksa Müslümanları kandırıp onların Kemalistleş(tiril)meşine yönelik bir misyon mu üstlenmekti?

Hakikat şu ki Ak Parti döneminde bile oligarşik bürokraside ve Kemalist TSK’da liyakat/ehliyet esaslarına dayalı fırsat eşitliği sağlanamadığı için, dindar vatandaşların ekseriyeti kendi aslî görüşlerini gizleyip dışlanmamak adına Kemalist/Atatürkçü bir görüntü verme ihtiyacı duyuyordu. Bu tuhaf durumu, özellikle 28 Şubat sürecinde bizzat üniversitemde müşahede ettim. Hangi dinî cemaatten olursa olsun birçok dindar öğretim üyesi, farz namazlarını dahî (daha sonra kapatılan dekanlık mescidinde) alenî kılmak yerine, odalarında gizlice kılıyor, bazıları ise ceketlerine Atatürk rozeti takıyor veya eserlerini Atatürk’e ithaf ediyordu.

Kim tarafından yapılırsa yapılsın toplumda/idarede kendini gizlemek, demokrasinin ve ifade özgürlüğünün olmadığı ülkelere has acınacak ve/fakat devlet idaresi ve geleceği açısından o kadar da istikrarsız bir durumdur. Kemalist rejimin eksikliklerini demokrasi, insan hakları, inanç ve ifade özgürlüğü açısından hiç çekinmeden açıkça eleştirmek ve bunun mücadelesini ilmî/siyasî/sivil cihat yollarıyla yani şiddet ve tehdit içermeyen meşru demokratik yöntemlerle yapmak yerine hayatî bir zorunluluk olmadığı halde takiyeyi tercih etmek, itikadî ve sosyal yönden sağlıklı bir gelişme değildir.

Takiye değil de bir Müslüman bilim insanının, Hocanın, Şeyhin ve(ya) cemaat liderinin samimî sözleriyle dindar vatandaşları Kemalistleştirme teşebbüsü ise hem demokrasi, hem de dinî/itikadî esaslar açısından daha da vahim bir durumdur. Peygamberimiz (sav), âlimlerimizden inandıkları gibi konuşmalarını ve oldukları gibi görünmelerini yani takiye yapmamaları ve her zaman hakikatleri söylemeleri gerektiğini şu hadis-i şerifleriyle istemektedir:

“Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, dili âlim olan münâfıktır.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, I, 22)

Gerek devlet/ordu, gerekse sivil toplum alanında üst makamlara gelmiş siyasetçilerin/askerlerin/âlimlerin kısacası söz sahibi liderlerin halkı aldatmaları, hakkı gizlemeleri, fitne alametlerindendir. Peygamberimiz (sav), Müslüman toplumlarda bu gibi liderlerin ortaya çıkmasından da tedirginliği gizlememiştir:

“Ümmetim hakkında en çok korktuğum, saptırıcı (manevî/siyasî/askerî) liderlerdir.” (Darimi, Sünen, 2/219)

T.C. Devletinde kurulduğundan beri olağan hâle gelmiş anti-demokratik laiklik uygulamalarından dolayı hemen herkes kendi öz kimliğini gizleme ihtiyacı duymuştur. Bunda Hak sözü söylemekten çekinen ve halkı/devleti aldatan liderlerin de önemli bir payı vardır. Kemalist görüntüsüyle ordunun en üst rütbelerine kadar gelebilmiş ‘dindar’ bir asker, yıllar içinde farz olan dinî vazifelerini yapmayıp itikadını ne kadar koruyabilir? Belirli bir süreçten sonra olduğu gibi değil göründüğü gibi olmaya başlayan bir insan/asker, zamanla görünürlüğünü içselleştirmesi ile karşı karşıya gelmez mi?

Darbe Teşebbüsü, İç ve Dış Destekli Kemalist(leştirilen) FETÖ’cülerin İşidir

15 Temmuz darbe teşebbüsünün tek başına FETÖ’cülerin eseri olamayacağı istihbaratçılarımız tarafından da bilinmektedir. Şimdiye kadar başarılı bir şekilde darbe yapan hep Kemalist derin devlet ve onu temsil eden ordunun üst kademesinde bulunan kurmay heyetin ortak girişimi ile olmuştur. T.C. tarihinde ilk kez ordunun içinde yuvalanmış sözde “dinî bir örgüt”e nasıl oldu da böyle acemice bir darbe plânı yaptırılabildi? Hiçbir şuurlu Müslüman, velev ki asker olsun, halkın oylarıyla iktidara gelmiş, dinî özgürlüklerden yana olan ve kamuda başörtüsü yasağını kaldırmış bir hükümeti, askeri bir darbe ile iktidardan uzaklaştırmayı aklının ucundan bile geçirmez.

İlker Başbuğ’un ifadesiyle başarısız olması için her türlü tedbire başvurulmuş bu son darbe teşebbüsü de çoktan Kemalist mutasyona uğramış sözde bir “dinî örgüt”e mal edilmeye yönelik sinsî bir plân olmasın? Bu darbe teşebbüsü ile sebebi halen tam olarak bilinmez, “hizmet hareketi” ile Ak Parti arasında zaten iyice açılmış olan siyaset-cemaat ilişkisine son darbeye vurmak için, derin Kemalistlerin bir plânı olmasın? Nitekim darbeci FETÖ’cüler diye lanse edilen askerlerin bu kimliklerinin ötesinde veya bu kimliklerinden ziyade Atatürkçü kimlikleri pek ortaya çıkartılmamaktadır. Neden acaba?

Yoksa gizli bir plân dâhilinde sahnelenmiş bu darbe teşebbüsü, FETÖ’cü darbecileri ön plâna çıkartmak suretiyle perde arkasındaki gerçek Kemalist darbe plânlayıcılarını gizlemek suretiyle FETÖ ile mücadele adı altında Ak Parti hükümeti üzerinden 28 Şubat’ın bir devamı olarak toplum hayatında dinî cemaatlerin etkinliğini ve güvenirliğini azaltma, dindarları bürokrasiden/üniversitelerden/emniyetten uzaklaştırma projesi olmasın? KHK mağdurlarının ekseriyetinin cemaatin en masum kitlesi olarak bilinen ibadet edenler kesiminden meydana gelmesi bir tesadüf müdür?

Devletin yanında bir dönem Ak Parti’nin de güvenini kazanmış olan F. Gülen’e belki de bu yüzden sempati duymuş ve cemaatine iyi niyetlerle katılmış ve/fakat şimdi birden FETÖ ile iltisaklı/irtibatlı muamelesi görüp mağdur edilmiş binlerce dindar vatandaşımız, neye uğradıklarını bilemedikleri için, travma yaşamaktadır. Buna sebep olan sadece OHAL uygulamaları değildir. 28 Şubat sürecinde  “Devlet idam verse de (Türkiye’ye) geleceğim” kahramanlığını gösteren F. Gülen, mağdur ettiği binlerce müntesibinin vebalini üzerine alıp, hür iradesiyle Türkiye’ye gelip hesap vermek yerine ABD’de korunduğu yerden çıkmamaktadır. Dolayısıyla 15 Temmuz’un perde arkası ve bu bağlamda F. Gülen’in bu süreçteki gerçek rolü henüz tam olarak aydınlatılabilmiş değildir. Ama şu bir gerçek: 28 Şubat süreci bitti ve tam Kemalizm öldü derken, 15 Temmuz darbe teşebbüsü ile birlikte Neo-Kemalizm yeniden canlanmış oldu. Bunda da F. Gülen’in önemli bir payı vardır.

Prof. Dr. Ali SEYYAR

Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.