“Dil, bir medeniyete aidiyetin en açık sembolü ve belirtisidir”
Dil ve kavramlarda yabancılaşma:
Dil’de ve kavramlarda değişiklik konusu, Türkiye’de batılılaşma ile başlayan bir tartışmadır ve temelinde bir “dünya görüşü” farklılığı yatmaktadır. Dilde yenilik ve değişiklik isteyenler, Türkiye’nin Arap kültüründen uzaklaşması gerektiğini ve milli bir dil-düşünce sistemine girmemiz gerektiğini söylemişlerdir. Zamanın kültür ve edebiyatçılarından Nurullah Ataç, dilde değişimin, “arap acunundan” -kültüründen- uzaklaşılmasını hedeflediğini söylemişti:
“Dil, bir uygarlık olayıdır. Bir uygarlığın kurduğu dil, başka bir uygarlığın düşündüklerini söyleyemez, yetmez onu söylemeye. Bir ulus uygarlığını değiştirdi mi, dilini de değiştirmek zorundadır.” (Ataç, Ulus Gazetesi, 9 Kasım 1951)
Ataç, Batı medeniyetine dahil olmanın onun dili ile olacağını söylerken, Türk diline batı kelimelerini almanın doğru olduğunu kabul etmekte fakat, batı ile alakası olmayan yeni kelimeler ile, dilin tabii haline müdahale edilmesi gerektiğini de hiçbir edebiyat veya kültür adamının kabul edemiyeceği tarzda, “dil’e müdahale”yi meşru görmektedir:
Dil kendi kendine gelişiyormuş, temizlenecekse temizleniyormuş, bırakmalıymışız kendi haline. Aklı başında bir kişinin söyleyeceği söz mü bu? Bir ulusun okuryazarları, aydınları, bilginleri dille uğraşmazlarsa dil kendi kendine ilerler, gelişir mi? Diyelim ki ben Fransızca bir kelimenin karşılığını arıyorum, Türkçede yok öyle bir kavram, ne yapacağım? O kelimeyi ben kurmaya, uydurmaya çalışmayacak mıyım?” (Ataç, Ulus Gazetesi, 5 Mart 1952)
Dil’de yabancılaşma:
Ataç’ın İngilizce ve Fransızca olarak, özellikle teknolojik veya idari bir kelimenin, bir başka dile aynen ve ifade benzerliği olarak geçmesi ile, herhangi bir kelimenin kabul edilmiş ve kullanılmış şekline müdahele etmek arasındaki farkı, ayırdedemeyecek bir mantık içinde olması, oldukça şaşırtıcıdır.
Büyük edebiyatçı ve fikir adamlarımızdan Peyami Safa, Nurullah Ataç’ın dil üzerindeki değişiklik yapma hakkı konusunda güzel bir değerlendirmesi vardır:
“Kelimeleri ortaya çıkaran ve yaşatan sanatkardır. Dilcilerin rolü, edebiyatçının bulduğu, sevdiği, kullandığı ve içine taze bir hayat üflediği dili, inceledikten sonra kaidelerini tespit etmektir. Zira kaideden hayat değil, hayattan kaide çıkar” (Safa, Cumhuriyet Gazetesi, 1938).
Güneş Dil teorisi, bütün dillerin kaynağının “Türkçe” olduğu gibi bir görüşe dayanıyordu. Bu konuda, Hitit ve Sümerlerden gelen bazı kelimeler, Türkçe kelimeler’e benzerliği böyle bir düşünceyi ortaya çıkarmıştı:
“Dolayısıyla, Türkçe dilinin yeniden düzenlenmesi için Mustafa Kemal’in isteği ile çeşitli araştırmalar yapıldı. Fakat konu, Türkçe’deki Arapça ve İran kaynaklı kelimelerin tasfiyesine ve İslam medeniyet kültürünün terkedilmesine yönelik çabaları güçlendirdi” (Soner Yalçın, Güneş Dil teorisi gerçek mi, safsata mı, 26 Aralık,2010).
Peyami safa, şöyle bir olayı nakleder: “Bir yabancı Vakit gazetesinin başyazarın demiş ki: “Türkçe öğreniyorum. Diliniz kolay ve güzel. İlerletmek için Türklerle konuşmak istiyorum. Fakat kime bir şey sorsam, bana Fransızca cevap veriyor!.” Bu kötü huyumuz, senelerdir değişmiş değil.Bu tür züppeler, sadece bir yabancı dili konuşmak değil; aynı zamanda Türkçe’yi de fakir ve hakir görmekle de öğünürler. (Safa, Yenigün Gazetesi,1938)
Peyami Safa, aslında bu değerlendirmesiyle, Batı medeniyetine girmek isteyen insanlardaki “aşağılık kompleksi”ni de ortaya koymanın yanı sıra, Türkçe’nin ne kadar güçlü ve gelişmiş bir medeniyet dili olduğunu da, bir başka yazısında dile getirmektedir:
“Türk Lugati fakir değildir. Arap ve Acem kelimelerine gelince, hangi dilde yabancı bir kelime yoktur? İngilizcenin yarıdan fazlası Fransızcadan ve başka dillerden alınan (hatta Arapçadan) kelimelerdir. Bir yabancı dilin etkisinde kalmakla, bir yabancı orduya köle olmak arasında fark yoktur.” (Safa, Cumhuriyet, 1938)
Türkiye’de batılılaşma ile birlikte, kendinden uzaklaşan, tarih ve medeniyetini hakir gören bir yabancılaşma hastalığı başladı. Bu durum, öncelikle kendi yerli kaynaklarımızdan uzaklaşmamızı isteyerek; keyfi bir şekilde kelimeler uydurarak, dilin tabii ve kendi mecrasında gelişmesine müdahale ettiler. Bunu yaparken de, belli bir ihtiyacı karşılamak ve boşluğu doldurmak için değil; başka kültür ve anlayışlara yapışmak için yaptılar. Hatta, Nurullah Ataç’ın yaptığı gibi, kendi edebiyat ve kültürünü, başkaları adına aşağılamaya kadar vardırdılar:
“Bizim edebiyatımız insana türlü görüşleri, türlü düşünceleri öğretmez, insanoğlu saygısı aşılamaz. Bunun için orta öğretim okullarından bizim edebiyatımızı kaldırıp yerine Yunan, Latin edebiyatını koymak gerektir. Batı acunu aydınını aydın edenler onlardır da onun için” (Ataç, Eksiğimiz; 1954: 21).
“Bizim için erek (gaye), Fuzuli yolu ile, Hâfız yolu ile Shakespeare’e, Goethe’ye ulaşmak değil, Shakespeare, Goethe yolu ile Fuzuli’yi, Hâfız’ı anlamaktır” (Ataç, Devrim;1968, 183).
Böyle bir değerlerdirme yapan birinin, İslam-Türk tarihi ve edebiyatının önemi ve büyüklüğünü, gözardı edebilmesi için, düşünme ve idrak melekesini kaybetmiş olması lazım gelir.
Attila İlhan, Nurullah Ataç’ı değerlendirirken “Keyfinden başka yöntem, paşa gönlünden başka ölçüt tanımamasına” işaret eder. (145) Halit Fahri Ozansoy ise, “İyi adamdı Nurullah Ataç. İçi temiz adamdı fakat çok hırçındı ve budalaca uydurma dilci.”diye açıklar.
Dil konusu, elbetteki zaman içinde bazı sosyal şartların neticesiyle küçük de olsa değişime uğrayabilir. Fakat; dilde değiştirme çalışmalarının, tarihte büyük ve önemli eserler veren bir kültür ve medeniyeti, bu medeniyetin kavramlarını değiştirerek, kültürü boşluğa düşürecek şekilde gerçekleşmesi, kesinlikle kabul edilemez bir durumdur.
Dil ve kavram değişikliği, kimlik değişimine götürür:
Genç nesillerin, kasıtlı veya şuursuz bir şekilde Türk dilini değiştirmeye çalışanların etkisiyle, dili; kültür ve hayatın hatıralarından koparacak uydurma kelimeler dünyasına farkında olmadan girdiklerini biliyoruz. Bu konuda, geçmiş hükümetlerin duyarsızlığının da etkisi olduğu açıktır. Fakat dilin; alışkanlık değil, şuur ve kültürle bağlantılı bir gerçek olarak bilinip, bu keyfiliğe teslim olmamak gerekiyor.
Bugün İngiliz, Fransız,Alman ve diğer batılı ülkelerin; yüzlerce yıl öcesinden yazılan kitapları rahatça okuyup, anladığını biliyoruz. Fakat Türkiye’de, değil 80-100 yıl; 30-40 yıl öncesinde yazılan kitapları bile anlama güçlüğü çekmemiz; dil’deki bu keyfi ve dikkatsiz tavrımızdan kaynaklanmaktadır.
Bugün; koşul’u şart; birey’i fert; olanak’ı imkan; , olasılık’ı ihtimal; uygarlığı, medeniyet; neden’i sebep’in yerine koymak; bir kelimeye karşılık; birbirine bağlı ve birbirini tamamlayan onlarca kelime grubunu feda etmek manasına geliyor. Bu kelimelerin çoğunun Arapça ve İran kaynaklı olması; aslında, aynı hedef ve amaç içerisinde olan bir medeniyet dünyasının varlığını da ortaya koymaktadır. Tıpkı; İngilizce, Fransızca, Almanca ve Hollandaca’nın Batı medeniyetine ait ortak kelimeleri kullanması gibi. Kelime ve kavramaların birbiriyle bağlantısı içinde kültürlerin meydana geldiğini farketmeden; onların mana ve ruh dünyamızla derin münasebetini bilmeden kullanmaya çalışmak, “başkaları olmayı kabullenmek”ten başka bir şey değildir.
Prof. Dr. Sami ŞENER
Seçilmiş Cumhurbaşkanımızın katıldığı merasimden sonra bir gurup teğmenin sonradan korsan yeminle Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek…
İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Meclisi’nde alınan kararla su fiyatlarına %17,5 zam yapıldı ve her ay…
İstanbul' da Şiddetli lodos, Marmara Bölgesi'nde deniz ulaşımını sekteye uğratmaya devam ediyor. İstanbul, Bursa ve…
Ebu Cehil deistti, diğer Mekkeli müşrikler de deistti, Allah’ın varlığına inanıyorlardı ama Hz. Muhammed’in Allah’ın…
Önceki yazımızda Yûsuf 12/76 ayetini kısmen ele almıştık. Bu yazımızda ise ayetin ele almadığımız yönleri…
Eksikleri Varsa da Doğruya Yakın Bir Görüş Mirat Haber olarak, İslam'a aykırı olmadığı müddetçe, her…