İnsan-Kur’ân ilişkisinde iman, birinci merhaleyi; öğrenilen bilgilerin hayata yansıtılması ise ikinci merhaleyi teşkil eder. Dolayısıyla iradeli tercih ile öğrenme; öğrenme ile de öğrenilenlerin yaşanması arasında sıkı bir ilişki söz konusudur. Bu nedenle Kur’an, konumu itibariyle insan ürünü bilgilerin yanında ikinci bir bilgi kaynağıdır. Her beşerî bilgi gibi Kur’nî bilgiler de bir dil ile ve o dile ait kavramlarla ifade edilmiştir. Bir başka deyişle bir şeyin kavramı, aynı zamanda o şeyin de bilgisidir. Bu sebeple insanların bütün iradî eylemleri, kazandığı kavramlara bağlıdır ve kavramların kendisi de, elde edilme yolu da karmaşık bir yapı arz etmektedir.[1] Dolayısıyla Kur’ânî bilgilerin öğrenilmesi ve hayata yansıtılması da ancak söz konusu olan kavramlarının kazanılmasına bağlıdır. Bir insan, ne kadar çok kavrama sahip ise o kadar da bilgiye sahip demektir. Kur’an’ın okumayı ve okuyarak bilgi elde edilmesini teşvik etmesindeki asıl amaç da budur.
Her ne kadar kimi Müslüman, içinde yaşadığı toplumda tabiî ve zorunlu olarak bazı dinî kavramları öğrenme ve hayatına yansıtma imkanına sahip olsa da, kimi Müslümanın da dinî kavramları öğrenme ve hayatına yansıtma şansına sahip olmadığı veya bu imkana sahip olsa da ihtiyaç hissetmediği görülmektedir. Bunda istek ve arzuların, daha da önemlisi iradenin tayin edici bir rolü bulunmaktadır. Mesela pek çok Müslümanın, ibadetlerle ilgili kavramları öğrendiği, fakat imanla ilgili kavramları aynı ölçüde öğrenmediği yada yüzeysel öğrendiği, dolayısıyla derinlemesine bir bilgiye sahip olmadığı müşahede edilmektedir. Bunlardan biri de “ yevmi-d din/ din günü” kavramıdır. Günde beş vakit namaz kılan Müslümanlardan acaba yüzde kaçı, kıldığı namazlarda kırk defa tekrar ettiği Fatiha suresindeki “yevmi-d din/ din günü”[2] kavramının anlamını bilmekte ve içeriğindeki derinliğe sahip bulunmaktadır?
“İnsan kendinde olanı verir, olmayanı veremez” kuralı, her durum ve her konum için geçerlidir. Bu nedenle bir şey vermek isteyen insanın, önce ona sahip olması gerekir. Mesela, ahirete inandığını söyleyen, fakat ahiret inancının önemini ve değerini açıklayan “yevmi-d din/ din günü” bilgisine ve bilincine sahip olmayan bir insan, bu imanını hayatına nasıl yansıtacaktır? Zira din günü, insanı ahirete hazırlayan ve ona yön tayin eden bir kavramdır. Bu nedenle olacak ki, Kur’an’da tanımı yapılan birkaç kavramdan da biri olma özelliğine sahiptir.
“Sen yevmi-d din/hesap günü” nedir, bilir misin? Evet sen bilir misin o hesap gününü? O hesap günü, kimsenin kimseye hiçbir faydasının dokunmayacağı bir gündür ve o gün hüküm vermek tamamıyla Allah’a aittir”[3] tanımı, bize din gününün ne olduğunu açıklamaktadır.
Bilindiği gibi yevm; gün, asır ve devir demektir. Sözlükte farklı anlamaları zikredilmiş olsa da “yevmi-d din” kavramındaki “din”, hesap, hüküm, ceza ve mükâfat anlamlarına gelmektedir. Nitekim “Din gününün maliki“[4] “ Onlar hesap gününü inkar ediyorlar” ” [5] ve “Mademki ceza görmeyeceğinizi iddia ediyorsunuz“[6] âyetlerinde geçen din kavramı, bu anlamlara gelmektedir [7].
Allah Teâlâ’nın din gününün maliki ve yegane hüküm sahibi oluşunu ifade eden ayetler başta olmak üzere konu ile ilgili diğer ayetler, insanın boş yere yaratılmadığını ve başıboş bırakılmayacağını açıklamaktadır. Nitekim Allah Teâlâ, din günü kavramı ile bu inanca sahip olan insana, dinî ve dünyevî görevlerini eksiksiz yerine getirmesini tavsiye etmekte; yaptığı her işten ve davranıştan da – zerre miktarı da olsa- sorguya çekileceği mesajını vermektedir. Dolayısıyla insanı, hukukî, ahlakî ve vicdanî bir denetime sahip olmaya davet etmekte; bunu yapabilmesi için de ona yaptığı her işin Allah tarafından görüldüğü ve iki melek tarafından da kayıt altına alındığı bilgisini vermektedir. Nitekim şu ayetler, bunu açıkça ifade etmektedir:
“Biliniz ki yanınızda gözcü melekler var. Bunlar çok değerli yazıcı melekelerdir. Onlar yapıp-ettiğiniz her şeyi bilmekte, kaydetmektedir”[8]
“Şunu iyi bilin ki kim mümin olarak iyi ve yararlı işler yaparsa, onun emeği asla boşa gitmeyecektir. Çünkü yaptığı her şeyi, onun adına kaydetmekteyiz”[9]
“Onun sağında ve solunda bekleyen, yaptıklarını bir bir kaydeden iki melek vardır. Evet, insan ne zaman bir söz söylese yanında mutlaka (onu kaydeden) hazır bir gözcü vardır”[10]
“Yoksa onlar, içlerinden geçenleri ( bilmediğimizi) ve kendi aralarında yaptıkları gizli konuşmaları işitmediğimizi mi zannediyorlar? Bu mümkün mü hiç? Onların yanlarındaki elçilerimiz (meleklerimiz) bir bir kaydetmektedir”[11]
Meleklerin kaydettikleri şey/ kitap/ amel defteri, ahirette kimi insanlara sağ tarafından; kimi insanlara ise sol ve arka tarafından verilecek[12] ve boyunlarına da bir gerdanlık gibi asılacaktır. Sonrada onların her birine “ Şimdi kitabını oku bakalım, (başka bir şeye gerek yok) bugün hesabını kendi kendine göreceksin” [13] denilecektir. O gün herkes kendi amel defterini okuyacak, kimi sevinecek kimi üzülecek, hatta dehşete kapılacaktır.
Nitekim “Sen o gün günahkarların, amel defterlerini okuyunca, yazılanlardan dehşete kapıldıklarını ve şöyle dediklerini göreceksin. ‘Eyvah bize ! Bu nasıl bir amel defteri, küçük-büyük hiçbir şeyi eksik bırakmamış, ne varsa sayıp dökmüş!’ Evet onlar dünyada iken yaptıkları her şeyin o defterde mevcut olduğunu görecekler. Rabbin kimseye haksızlık etmeyecektir”[14] ayeti, bu dehşeti açıklamaktadır. En son olarak da Allah Teâlâ,
“Şu bilinmelidir ki kim doğru yoldan yürümüş ise kendi için yürümüştür. Kim de doğru yoldan ayrılmış ise zararı kendisinedir. Hiç bir günahkâr, bir başkasının günahını yüklenmez”[15] diyerek her insanın, yaptıklarından sadece kendisinin sorumlu olduğunu, bir başkasının sorumlu olmadığını ifade etmektedir.
İnsanların, yaşarken zevk ü sefaya dalacaklarını, dünyayı bir oyun ve eğlence yeri olarak göreceklerini, helal-haram demeden servet elde etmeye çalışacaklarını, bu amaçla işlerini doğru-dürüst yapmayacaklarını, bu nedenle de kulluk ve halifelik görevlerini hakkıyla yerine getirmeyeceklerini çok iyi bilen Allah Teâlâ, onlardan inanmalarını, amel-i salih işlemelerini, hesap günü geldiğinde ağır bedeller ödememeleri için bu tür davranışlardan sakınmalarını, oto-kontrol yapmalarını, kısaca sırat-ı müştekimde devam etmelerini istemiş; ancak bilenlerin ve olaylardan ders alanların, kendi huzurunda hesap verme korkusu içinde olduklarını/olacaklarını açıklamıştır.[16]
Bu bilgi sayesinde inanan insan, bir gün öleceğini, fakat yok olmayacağını; zamanı geldiğinde Allah’ın huzurunda yaptıklarından hesaba çekileceğini unutmayacak; bunun kaygısını ve korkusunu yüreğinde hissedecek; tutum ve davranışlarını buna göre ayarlayacaktır. Allah rızası için ihlasla, samimiyetle çaba gösterecektir. Zira din gününde hesap verememe korkusu ve bilinci, onu her türlü haramlardan koruyan bir kalkan olacaktır. Böylece dünyada yaptıklarının hesabını kolay verme imkanı da elde etmiş olacaktır. Neticede Mehmet Akif’in diliyle ifade edecek olursak,
“Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdan’ın,
Ne irfanın kalır tesiri katiyen ne vicdanın.”
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Necati Öner, Kavram, Felsefe Dünyası, Ankara 1993, sayı 7,s. 4.
[2] Fahiha,2/4.
[3] İnfitâr,82/ 17-19.
[4] Fatiha,1/4.
[5] Mutaffifîn, 83/11.
[6] Vakı’a,56/86.
[7] Firuzabadî, Besairu Zevi’t Temyiz, Mısır 1986, 2/616-617.
[8] İnfitâr, 82/1012.
[9] Enbiyâ, 21/94.
[10] Kâf,50/17-18.
[11] Zuhruf,43/80
[12] Hâkka 69/19, 25; İnşikâk 84/7, 10.
[13] İsrâ,17/13-14.
[14] Kehf,18/49.
[15] İsrâ,17/15.
[16] Fâtır , 35/28;Nâzi’ât,79/26.
Hesap gününe dair bilinç geliştirememek ya da bunu içselleştirememek birey ve toplum olarak İslam ümmetine her alanda çok pahalıya mal oluyor. Kaleminize sağlık hocam.