Mekke’nin yaşadığı din, modern dünyanın yaşadığı dinle aynılık gösteren birçok özelliğe taşımakta, seküler/dünyevi bir tasavvura sahipti. Mekke cahiliyesinin inandığı din ile modern cahiliyenin dini aynı merkezde seyrediyor, dinin sadece bireysel bir inancın dışındaki işlevi kabul görmüyordu. Din Allah ile kul arasındaki özel ilişkinin adıydı ve putlar bu özel ilişkide Allah ile kul arasında aracılık yapan varlıklardı. Dolayısıyla, Allah ile kul arasında aracı olan ve olduğu söylenen kim ve ne varsa put olarak vasıflandırılıyordu. Allah’ın rahmetini, bereketini, yardımını kazanmak için bu özel bağ o gün yeterli kabul edilmiş, bu bağ üzerinden hayat kurgulanmıştı. O günkü formatta yeterli görülen din ne yazık ki bugünde aynı şekilde yeterli görülmektedir.
Din ve dünya işleri birbirinden ayrı ve bağımsız, birbiriyle ilişkisiz yürüyordu. İnsanın kendi nefsi, kendi cinsleri ve çevresindeki bütün şeylerin, başka bir şey, Allah ile kul arasındaki ilişkinin de, başka bir şey olduğuna inanılıyordu. Din dünyanın dışında, din hayatın dışında, din sadece kalplerde saklı bir gizemli duyguydu. Dinin bütün tanımı ve kuşandığı anlam bundan ibaretti. Bu gün modern düşüncenin din hakkındaki genel kanaati neyse, Mekke cahili toplumunda da aynı mahiyete sahip soyut bir olguydu. Yani din, yeryüzünde bir şeyler yapıp-etme iddiasından en baştan vazgeçmişti. Bugünkü seküler/dünyevi yorumun tanımladığı din ile o günkü anlayış, nüans farklılıklarının dışında mahiyet olarak aynılık göstermektedir. Bu gün var olan düalist düşünce, ikili yaşam tasavvuru o günde bütün ağırlığıyla kendisini hissettirmekteydi.
Hz. Muhammed’in (as) Hak Din olarak davet ettiği din, Mekke’nin bildiği, atalarından öğrendiği ve yaşadığı dine hiç benzemediği gibi, Mekke’nin ileri gelenlerinin, o günün kapitalistlerinin, egemenlerinin, aşiret reislerinin dönüp duran çıkar çarklarına çomak sokuyor, dünyevi işlerini bozuyor, işleyen düzenlerini işlevsiz kılıyordu. Hz. Muhammed (as) ise, Allah’ın vahyi doğrultusunda ve emrinde getirdiği dinle bir hayat tasavvuru oluşturmak, dinin kendisine has bu tasavvuru çerçevesinde yeni bir dünya inşa etmek istiyordu.
Dine inancın soyut varlığı ne insan için ne de toplum için bir değer ifade edemezdi. Hz. Muhammed’in (as) getirdiği Hak dinin ise hayata baştan sona dokunması, hayata müdahale ederek tanzim etmesi kaçınılmazdı. Davet edilen yeni din, ete kemiğe bürünmek, insanlardan şahitler edinmek, kendi tasavvuruna ait yeni bir topluluk oluşturmanın peşindeydi. Var olanlar içinde ıslah olacaklar ıslah edilip, ıslah olmayacaklar ise ret edilip, Rab olan Allah’ın istediği gibi bir dünya kurmak İslam dinin tek hedefiydi.
Mekke’ye gelen bu yeni din, her şeyiyle insana hitap eden, insanı özne yapan, süreklilik düşüncesi olan ve bu dünyaya aitliğiyle dikkat çeken bir dindi. Zamana ve mekana ait sorunların çözümüne dair öneriler sunduğu gibi, olabilecek olan bütün sorunların da önüne geçmeyi peşinen ifade etmekteydi. Bu din direk olarak insanla ve insani olanla ilgileniyor, dününden kopuk olmadığı gibi, bugününü ihya ederken, yarınlarını da inşa ediyordu. İnsanların geçmişlerinden, atalarından örnekler verirken, aynı hataya düşmemelerini tavsiye ediyor, eğer aynı hatalarına devam ederlerse, ilerideki günlerinde de atalarının yaşadıkları olumsuzlukları kendilerinin de yaşayacağını hatırlatıyordu.
Bir türedi olmayan bu din, insanlık tarihi boyunca tarihi alanda yer tutmaya, yeni bir gelecek fikrini ortaya koymaya, bu dünyalı olduğunu, bu dünyada işe yarayacağını göstermeye çalışıyordu. Din bu dünyaya aitse bir değer üretebilirdi, din bu dünyada işe yararsa yeni ufuklar açabilirdi. Gelen bu din, bütün insanlara, inansınlar ya da inanmasınlar, dinin bu dünyaya ait bir olgu olduğunu anlatabilmenin çabasını veriyordu.
Dinin hayattan soyutlanması, aynı zamanda dinin sahibi olan Allah’ın da hayattan soyutlanması anlamını taşımadır. Allahsız bir dünya kurulmasının sonucunda ortaya çıkacak bütün olumsuzluklar ifade edilirken, Allahsız alanların insan ve evren için bir kabus olacağı tarihi örneklerle veriliyordu. Bu gün modern dünyanın ürettiği Allahsız alanlarda, dinin hayattan soyutlanmasıyla ortaya çıkan manzara, adeta o günlerde resmedilmiş, Allahsız arazide yaşanabilir bir dünyanın inşa edilemeyeceğinin mesajı verilmişti. Bugün yaşanan merhametsiz çağ, üzerinde güneş batmayan acılar, sadece inananları değil, bütün yeryüzü insanlığını karanlık kuyulara itmektedir.
Sürüp giden bütün zulümler, yaşanan tanımsız katliamlar, alıştırılmış acılar sürüp giderken, insanlığın bu acıların son bulabileceğine dair umutlarını da yitirmelerine varacak sonuçlar doğurmaktadır. İnsan dünyaya da yokluk ve sefaletle yaşamayı öğrenebilir, lakin sürekli zulüm altında yaşamayı öğrenmek, insan mukadderatının kaldıramayacağı bir yüktür. Yazgı, salt bir kadercilik anlayışının üstünde mahiyet içermektedir. İnsan yapıp-ettikleriyle kendi geleceğini kuracak ya da kendi sonunu hazırlayacaktır. Boş vermişlik, gelecek günlerin yazgısını keder ve üzüntü olarak belirleyecektir.
Gelen yeni dinin en önemli özelliklerinden birisi de, sadece kendisine iman edenlere olmayıp, bütün insanlığı kuşatacak bir rahmeti müjdeliyor olmasıydı. Gelen dinin hayata bakışı, hayatı kurgulayışı, yeni bir toplumu inşa çabası, inansın inanmasın herkesi kuşatacak genişlikteydi. Gelen vahiy, “Ey iman edenler” diye iman edenlere hitaplarda bulunurken, aynı zamanda “Ey insanlar” diyerek hitap edip, bütün insanlığa sesleniyordu.
Alemlerin Rabbi olan Allah merhametinin göstergesi olarak kullarına; “Ey insanlar, Allah’ın üzerinizdeki nimetini anın. Gökten ve yerden sizi rızıklandıran Allah’ın dışında bir başka Yaratıcı var mı? O’ndan başka İlah yoktur. Öyleyse nasıl olur da çevriliyorsunuz?” (Fatır 35/3) diyerek sesleniyor, nebisine iman etmeyen kullarını da düşünüp ibret almaya, yeni bir hayata başlamaya çağırıyordu. İman etmeyenlerin, nebisine tabi olmayanların aslında kendileriyle çeliştiklerini akıllarına getiriyor, yaratıcılığına inandıkları Allah’ı ilahlığında da birlemeye davet ediyordu.
Dini dünyanın ayrılmaz bir parçası yapmak, böyle algılanmasını ve bu algı üzerinden bir hayat kurgulanmasını sağlamanın mücadelesini sürdürüyordu. Dünyanın içinde cereyan eden bütün olayların nasıl anlamlandırılacağını, yaşarken dine neden ihtiyaç duyulması gerektiğini sürekli zikrederek sesini yükseltiyordu. Alemin, sadece maddeden oluşan bir düzenin çok üstünde anlam taşıdığını ifade eden din, aynı zamanda bu alemi yaratanın yönettiğini, hayata bu alemi yaratan Allah’ın müdahil olması gerektiğini anlatırken, bunun yaşanmış örneklerini de gözler önüne seriyor, olumsuzlukların bir daha yaşanmaması için esenlik çağrısı yapıyordu.
Din ile düşünce, din ile medeniyet, din ile hayat birbirinden ayrı düşünülemeyecek kadar iç içe, birbiriyle sarmaş dolaş bir birini tamamlayan değerlerdir. Tabi burada kastettiğimiz Hak Din İslam’dır. Din dediğimiz kavramın her hayat tasavvurunu içine alan bir anlama sahip olduğunu herkes bilmektedir. Bu bağlam üzerinden, Hz. Muhammed’in (as) peygamber olarak seçilip hak din ile gönderilmesi, sadece Arap cahiliyesinin yanlışlarına yanlış demek, kavramlarına itiraz etmek, bunların yerine doğrularını söyleyerek bugünkü manada akılcı, hümanist, sosyalist, demokrat, laik, liberal, Kemalist bir yaklaşımla izahından sonra bırakıp gitmek, bir kenara çekilmek değildi. Bunu tam aksine, getirdiği dinin teoriğinde var olan hakikati, pratik olarak yeni dinin kavramlarına dayalı mükemmel bir medeniyet, yeni bir kültür, bu medeniyet ve kültürün üzerine bir düzen kurmaktı.
Peygamberin çağrısını yaptığı din, başlı başına bir sistem, bir düzen, kapsam alanı bütün hayatı kuşatan, insanın nasıl yürüyeceğine ve vereceği selama kadar buyurgan anlama sahip bir yaşam tasavvuru, bir düşünce tarzı, hak ile batıl, yanlış ile doğru arasında ayırım yapan bir kıstastı. Bu din dünya ve ahiretin arasını açmayan ve ikisini birlikte düşünen, doğru ile yanlış arasında farkı gösteren dindir. Bütün bunların ışığında öznesi olan insanı dünya ve ahiret başarısına, mutluluğuna kavuşturan hakikatin kendisidir. Bu hakikatin karşısında duran bütün değerler, ideolojiler, düşünce, kavram ve eylemler batıl ve hezeyandır.
İşte Mekke sokaklarında, vahalarında, Arabistan çöllerinde yankılanacak olan din, İslam Diniydi. Gelen din, insan hayatını küçük bir bölümünün parçası olmayı, bu parça içerisinde kendisine gösterilen yerde durmayı kabul etmemiştir. Eğer böyle olmayı kabul etseydi, eski cahiliye dininden hiçbir farkı olmayacak, dolayısıyla gelmesine de, geldiğinde toplumsal bir çatışmaya da gerek kalmayacaktı.
Hz. Muhammed’in (as) Allah tarafından seçilmesiyle çağrısını yaptığı din, her türlü ilişkinin, bağın, siyasetin, yaşamın birbirinden kopuk olarak ilgisiz sürmesini ret ediyordu. Bu düşünceleri ret ederken Allah’ın merkezde olduğu bir tasavvurla, bütün ilişkilerin birbiriyle uyumlu ve ahenk içerisinde sürmesi gerektiğini vurguluyor, bu vurgu üzerinden süren ilişkilere meşruiyet sağlıyordu. İlahi dengenin sağlanması, sağlanan dengenin bozulmaması, bütün varlığın tevhid, vahdet ve adalet üzere olması gerektiği ilkesi İslam dininin özünü oluşturmaktaydı. Gelen Hak dinin bu teklifleri insan hayatını güzel ve mutlu kılmak, başarı ve saadeti ilahi hakikat dairesinde sağlamayı amaçlıyordu. Bunları önermeyen, teklif etmeyen bir hayat tasavvuru hak din olamazdı.
İslam bütün bu teklifleri ve çağrısıyla, o günün kavmiyetçi yapısına, asabiye bağına, insan ilişkilerine, iyiliğin-kötülüğün, hakikatin-batılın, doğrunun-yanlışın, kazancın-kaybetmenin, karın-zararın, doğrunun-yanlışın, güzelin-çirkinin, hayata dair ne varsa dile getirilen, hepsine kendi düşüncesi ve tarzıyla bambaşka anlamlar yükledi. Bu çağrı ile gelen yeni dinin hayata bakış açısı, hayatın nasıl değerlendirileceğine dair karşısındakini çaresiz bırakan çağlar üstü söylemiydi. İşte gerek Mekke’de gerekse yaşadığımız merhametsiz çağda iman-küfür arasında yaşanan amansız mücadeleyi anlamak istiyorsak buralara iyi bakmamız iyi anlamamız gerekiyor. Çünkü bu dinin düşünce ve pratiği tamamen kendisine özgü, tamamen Rabbani ve usulü kendine mahsustur.
İslam’ın Mekke şartları içerisinde deklare ettiği söylemi nasıl hakikatin kendisi idiyse bugün de ve gelecek çağlarda da aynılık gösterecektir. Bugün de o güne söylediklerini en bariz şekilde söylemekte, o günün putperest inancına nasıl karşı çıkmışsa bugünün batıl ideolojilerine öyle karşı çıkmaktadır. Modern çağın ifsad üreten dünya görüşlerine, ilahı beşer olan izim ve ideolojilerine, kapitalist sisteme, sosyalist söyleme, bireyselliğe, serbest pazar ekonomisine, üretim ve tüketim anlayışına ve tanımlarına, tüketime yönelik üretim anlayışına, modern kentleşmeye, yapay yaşam alanlarına, laikliğe ve demokrasiye, Kemalizm’e ve hümanist anlayışa da aynı kararlılıkla karşı durmaktadır.
Bu din Hz. Adem’le (as) başlayan, Hz. Muhammed’le (as) son halkası tamamlanan ilahi dinin kendisidir. Her çağ ve mekanda, her coğrafyada her ırka aynı hakikati haykırmaya devam edecektir. Hakikati kaynağı olan İslam, bir hayal ve hülya değil, teoride hapsolmuş beşeri bir fikir değil, kendisinden başkasına itaat edilmemesi gereken Allah’ın, resulüne Hak olarak indirdiği dinin kendisidir.