islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4795
EURO
36,4287
ALTIN
2.955,56
BIST
9.367,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
9°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
10°C

DİN İLÂHÎ BİR KONUMDUR

DİN İLÂHÎ BİR KONUMDUR
25 Ekim 2024 09:25
A+
A-

Din, ilk insanla var olmuştur ve son insanın hayat sahnesinden çekileceği ana kadar da var olmaya devam edecektir. Başka bir ifadeyle insanın var olduğu yerde evrensel bir zorunluluk olarak din de vardır. Allah insanın yapısına, onu, kendisi ile ilişki kurmaya yöneltecek bir “aslî duygu” yerleştirmiştir. Bu aslî duygu/kutsallık sayesinde insan Allah’ı aramış ve bulabilmiştir. Bu noktada Allah insanı yalnız bırakmamış, ona bu arayışında peygamberler aracılığıyla ışık tutmuş, yol göstermiştir. Din duygusu, en yüksek ideallerin ve evrensel arayışların hareket noktasıdır. Başlangıçtan beri insanı, her yönden mükemmel hâle gelmesi yönünde destekleyen dindir ve din olmaya da devam edecektir. Allah, her zaman diliminde insanlığın su ve oksijen kadar ihtiyaç duyduğu bir varlıktır. O’nu bulan hiçbir şey kaybetmez ve O’nu kaybeden hiçbir şey bulamaz.

Tarihin seyri boyunca –özellikle 18. yüzyılın sonlarından itibaren– ilmî gelişmelerle başı dönen Batı dünyası, dinin ilkel insanları avutup tatmin eden bir kurum olduğunu, ilmin hâkimiyeti ile birlikte bu kurumun yaşatılmasına gerek kalmadığını düşünmeye daha doğrusu vehmetmeye başladı ve bu düşünce temeli üzerine birçok felsefî ekoller kuruldu. 19. yüzyılın sonlarında da makinenin kaydettiği akıl almaz ilerleme, insanlığı din karşısında ilgisizlik hatta düşmanlık içine soktu. Böylece modern ilimlerin, yaratılış dininin köklerini kesmesiyle, kutsala imanın yerini teknolojiye iman, dinin yerini de sosyolojiye iman aldı. Şüphesiz bunda Hıristiyanlığın orta çağdaki tutum ve tavrı önemli bir rol oynadı. Kilisenin engizisyon ve endüljans uygulamaları, kilisenin varlığında bütün mukaddeslere karşı çıkan insanların vicdanlarında olumsuzluklar oluşturdu ve din hayatın/ilmin dışına atıldı. Bugün bile hâlâ “dinî olan ilmî olamaz ve ilmi benimsemek dini inkârla mümkündür” düşüncesi devam etmektedir.

Din, Allah ile insan arasındaki ilişkinin adıdır. Allah tarafından ele alınınca mükâfat veya ceza ile sorumluluğun uygulanışı, insan tarafından ele alınınca barış ve mutluluk arzusu ve korkudan emin olmadır. Anlaşılan odur ki; din aynı anda toplumsal ve kişisel olmak üzere ibadetleri, günahları, örfleri, duyguları, boyun eğişleri/eğdirişleri, mükâfat ve cezaları ile insanlığın bütün hayatını dolduran bir gerçekliktir. Başka bir ifadeyle insanın bütün hayatıdır. Dini tanımlamaya çalışanlar onu geniş bir çerçevede “Allah’a teslimiyet ve onun önünde boyun eğmek” olarak tarif etmişlerdir. Başka bir tanım ise şudur: “Din, Allah’ın insanlara yönelik hükümler hâlinde kanunlaştırdığı buyrukların tamamıdır.” Fakat genel kabul itibariyle din şöyle tanımlanmıştır: “Din, ilâhî buyruklar manzumesidir ki, akıl sahiplerini kendi serbest seçenekleriyle doğrudan doğruya hayra iletir.

Şüphesiz insanoğlu başlangıçtan bugüne kadar binlerce düşünce ve teori üretmiş, pek çok sistem kurmuş ve bunların bir çoğunu da “din” diye adlandırabilmiştir. Ama İslâm düşüncesinde din ilâhî kaynaklı yani her şeyden önce “vahiy” ürünü bir kavramdır. Kısaca, din dediğimiz zaman, aklımıza vahye dayanan sistem gelir. Bu gerçek, İslâm düşüncesinde şu cümle ile formüle edilmiştir: “Dinin koyucusu yalnız Allah’tır.” Allah, Hz. Peygamber’in elçiliğini yaptığı ve özellikleri Kur’ân tarafından bildirilen Yaratıcı Kudret’tir. Dinin vahiy kaynaklı oluşu, din konusunun en önemli prensibini ifade eder. Din adı altında toplanabilecek esaslar, beşer aklı ve idrakinin ürünü olamaz. Bunun bizi getireceği ilke de şudur: “Vahiy alanı içine alınan konularda söz sahibi, yalnız Allah’tır.” Din bahsinde vahyin tespitleri “asıl/temel”, aklın bunlara getirdiği yorumlar ise zorunlu koşullardır. İnsan, temel ilkeler üzerinde oynayamaz ama zorunlu koşullar üzerinde fikir yürütebilir, bu da zaten vahyin istediği bir faaliyettir.

Din konusunda ayrım yapmamız gereken bir nokta da şudur: Vahye dayalı katıksız din ile insanoğlunun “din” adı altında kümelendirdiği ve bizim “diyanet” dediğimiz geniş alanı birbirinden ayırmamız gerekir. Diyanet, sadece vahye dayalı katıksız dini değil, din adına insan idrakinin getirdiği yorumlar bütününü de içeren çok geniş bir alandır. Bu geniş alanda zamanların ve mekanların değişmesiyle hükümler, başka bir deyişle şartlar değişir. Bu açıdan din, halkın başvurduğu “ilmihal” kitaplarından ibarettir. Oysaki ilmihal kitaplarının içerdiği verilerin pek çoğu, katıksız dinden çok diyanet alanının ürünleridir. Anlaşılıyor ki; din bünyesinde müdahaleye kapalı “vahyî unsurlar” yanında, müdahaleye sürekli açık “aklî unsurlar” da vardır ve hep olacaktır.

Dinin akıl sahiplerine hitap ettiği ve dinde serbestçe seçmenin asıl olduğu gerçeği de unutulmamalıdır. Din akıl üstüdür ama akıl dışı değildir. Din, muhatabının akıl sahibi bir varlık olduğunu açıkça belirtir.[1] Bu nedenle dinde aklen mâlul kişiler hiçbir emir ve yasakla yükümlü tutulmazlar. Akıl üstü olmakla, aklı böylesine merkezi bir rol sahibi görmek nasıl bağdaştırılacaktır sorusunun ise cevabı şudur: Bir kudretin sınırlarını tespit ve o kudreti bu sınırlar içinde tutmak onu inkâr değil, evrensel fonksiyonunu daha iyi yapmaya itmektir. Çünkü bir şeyin kudretini inkârla, ona taşıyamayacağı yükler yüklemek aynı olumsuz sonucu doğurur. Bu bir evren kanunudur ve Kur’ân’da şöyle vurgulanır: “Allah hiçbir benliğe taşıma gücünün üzerinde yük yüklemez.[2]

Vahiy, aklın çok ötesindeki keyfiyetlere değinmektedir. Bu keyfiyetlerin bir kısmı akılca asla fark edilmeyecek, bir kısmı ise zamanla ve etap etap açıklığa kavuşacaktır. Akıl, işte bu bakımdan en büyük maharetini, vahye teslim olması gereken yerde durmakla gösterecektir ve böyle olursa insanlık mutlu bir dünya için hem akıldan, hem de vahyin aydınlığından yararlanabilir. Akıl ile vahyin bu dostça uyuşmasına “akıl ile aşkın kucaklaşması” denilmektedir. Aklın, vahiy önündeki teslimiyetinin aksiyona dönüşmesi de “iman” dediğimiz kabulle gerçekleşmektedir.

Dinde serbest seçime gelince, Allah ile kul arasında bütün hayatı dolduracak genişlikte ve süreklilikte olan din ilişkisi en ileri anlamda bir hürriyeti gerektirir. Öyle ki, hürriyetin olmadığı yerde dinden söz edilemeyeceğini söylemek mümkündür. Burada hürriyet ile kasdedilen, hiçbir baskı ve zorlama olmaksızın kulun, davranışlarını içten bir istekle sergilemesi anlamında serbest bir seçim ve karar vermesidir. Kur’ân, özün benimsemediği ve bir aşk alakasıyla kabullenmediği davranışların çeşitli yollarla şeklen icra edilmesine hiçbir anlam yüklememektedir. Esasen dinin gönderilişinden maksat “İnsanı zorunlu kulluktan serbest seçime dayalı kulluğa yükseltmektir”. Bu hareket noktasının dayandığı yaratılış kanunu, Kur’ân tarafından şu şekilde ifadeye konmuştur: “Dinde zorlama yoktur.[3] Bu âyet insan hayatında niyetin ve hür isteyişin evrensel yerini ve değerini göstermektedir.

Din aynı zamanda insanları mutlak hayra ileten bir kurumdur. Bu nedenle davetini insanların farklı kanaatlerine göre değil, geniş ve değişmez fıtrat yasalarına öncelik tanıyarak yapar. Mutlak hayra çağrılan ve götürülen insanın, sübjektif fark edişleri açısından hedefi ve tarzı olumlu bulup bulmaması, beğenip beğenmemesi belli noktalar dışında önemli değildir. İnsanın, götürüldüğü mutlak hayrı her zaman kendi aklıyla açıklığa kavuşturmasını beklemek insanın tekâmülünü aksatan ve sonuçta insanın başına sıkıntı olan bir tutumdur. Unutmamak gerekir ki; din sadece çağıran bir kurum değil, aynı zamanda ileten bir kurumdur. Felsefe ile dinin, filozofla peygamberin karakteristik farklarından biri de budur. Filozof felsefe yaparak çağırır, peygamber ise gösterir ve iletir.

Anlaşılan odur ki, dini tamamen rasyonalize ederek bütün mistik yani insanı teslimiyet ve uymaya davet eden unsurlardan soyutlamak tehlikeli olduğu gibi, müeyyide/yaptırım unsurundan arıtarak tamamen çıplak öğüt hâline getirmek de tehlikelidir. İslâm düşüncesi ışığında baktığımızda şöyle demek durumundayız: İnsanın iç dünyasında niyet ve hür seçimden ibaret olan diyanet olayı sosyal realiteler bakımından maddî müeyyide/yaptırım içerebilmelidir ve içermektedir. Tarih bize göstermektedir ki, yaptırımsız düzenlemeler, vaad ettikleri ne ölçüde mükemmel olursa olsun, etkili ve kalıcı olamazlar. Yaptırımlardan tamamen soyulmuş ve insanoğlunun sübjektif tespit ve yönlendirmelerine terkedilmiş bir sistem dejenere olmaya ve bir süre sonra da yok olmaya mahkûmdur.

Yaptırımın gerekliliği hakîkatinin temelinde insanın başkalarını düşünmede bazen çok zayıf, bazen de tamamen pasif kalışını önlemek gayesi yatar. Büyük insanlık mirasını, bu demektir ki insanın tekâmülünü, yine insanın, başkalarını da düşünebilen bir varlık yapısına sahip olmasına borçluyuz. O halde insanı, başkalarını daha çok düşünür halde tutmak insanlığa en büyük hizmet olacaktır. Sadece kendini düşünen akıl, başkalarının iyiliğinden habersizdir. O kendi çıkarını görür, başkalarının çıkarına aldırmaz. İlâhî vahiy ise bütün insanlığın yararını düşünür ve görür. Vahyin bakış ve görüşünde “bütün”ün hayrı, yararı ve çıkarı vardır. Demek oluyor ki din, aynı zamanda koruyucu bir kurumdur ve bu fonksiyonunu genelde şu beş alanda ortaya koyar: “Rûhsal yapıyı koruma, nefsi koruma, nesli koruma, malı koruma, aklı koruma.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; yeni din dilinin/tebliğinin içeriği tüm insanlığı kuşatacak ve önce onların içinde ezelî bir tohum olan kutsalı arama arzularını uyandıracaktır. Vahye dayalı dine çağırmak yerine, dine zaman içinde getirilen yorumları yani “diyanet”i insanlığın önüne çıkarmak sağlıklı bir yöntem değildir. Bu yöntemin dünya ölçeğinde ne denli başarısız olduğu ve dinî imajın kitleler nezdinde nasıl değer kaybettiği açıkça görülmektedir. Yine aklı işletmenin de dinin bir emri olduğu gerçeği sıkça vurgulanmalı ve aklın en güzel işlevini vahiy ile kucaklaşması sonucunda ortaya koyacağı anlatılmalıdır. Ayrımcı, öteleyici ve baskıcı bir din dili yerine gönüllü özgür seçimi hedef alan “ikrah” ettirmeyici bir dil kullanılmalıdır. Dinin insanları/toplumu düşünen ve hayra sevkeden koruyucu yönü de gündeme getirilmeli, bu noktada yaptırımsız bir dinin rehabiliteye yönelik sözde bir öğütten başka bir işe yaramayacağı iyi gösterilmelidir. Çünkü din, başlangıçta bir öğüt olsa da yaşama uygulanmadıktan sonra bekleneni veremeyecektir. Kısaca merhamet dinin uygulanmasına engel olmamalıdır.[4]

NECMETTİN ŞAHİNLER

MİRATHABER.COM -YOUTUBE-

YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ 

[1] Sâd/29.

[2] Bakara/286.

[3] Bakara/256.

[4] Nûr/2.

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar
  1. Elif Özyelkenci dedi ki:

    🌷