Din, temel olarak Allah tarafından gönderilen emir ve yasaklardan ibaret inanç, ahlak ve sosyal nitelikteki düşünce ve uygulamaların bir hayat tarzı olarak kabul edilmesi ve yaşanması olarak bilinmektedir. İslam dini, böyle kapsamlı bir dinin inancı temsil eder.
Fakat, bazı dinler; ilahi kaynaklı olmasına rağmen, din adamları veya siyasi idareciler tarafındanmüdahale edilerek asıl özelliğinden uzaklaştırılmış; ibadet, ahlak, dini seromoni veya ait olduğu toplumun ırki menfaatleri gibi çeşitli “belirleyici özellikler”e odaklaşarak, kapsamlı bir inanç ve yaşama tarzı olmaktan uzaklaştırılmıştır.
Dine karşı veya ona alternatif olan bazı siyasi ve ekonomik doktrinler de, din olmadıkları halde, dinin istediği özellikleri insanlardan istemiş ve hatta, kendilerine dini bir inanış gibi bağlanılmasını talep etmişlerdir. Pozitivizm, Marksizm, Liberalizm gibi ideoloji veya sistemler ile bazı liderlerin kendilerini tanrılaştırmasıyla ortaya çıkan “Lider ideolojileri” buna örnek gösterilebilir.
Bu yazıda, İslam dininin Türkiye ve halkı Müslüman olan ülkelerdeki yanlış ve eksik anlayışları dolayısıyla, dine karşı veya ilgisiz tutumların ortaya çıkmasına ve yeni din arayışlarına girilmesine yönelik değerlendirmelerde bulunacağım.
Öncelikle, uzun batılılaşma tarihinden sonra Müslüman toplumlarda din, eksik bilginin veya başka din anlayışlarının etkisi altında gerçek özelliğinin dışında anlaşılmıştır. Bu durum, kendini Müslüman kabul eden kesimlerde dinin gerçek anlamı ve kapsamı konusunda farklı anlayışların oluşmasına sebep olmuştur. Öte yanda ise, İslamın yaşanılan çağda tutarlı olmadığın söyleyen Laik, Ateist veya Deist çevrelerde dinin itibar kaybına uğramasına yol açmıştır.
Bir dinin varlığı ve hayattaki etkinliği, o inancın pratik hayatı mükemmelleştirmesine, insan ve toplumun o dinin uygulanmasından kaynaklanan ruhi, ahlaki ve sosyal manadaki düzenleyici sistemine güvenmesine ve ondan faydalanmasına bağlıdır. Hiçbir din veya inanç, “laf olsun” veya “başkalarına hoş görünülsün” diye benimsenmez.
İnsanın din ile olan münasebeti, kendine olumlu manada yön vermesi, manevi açlığını gidermesi ve sosyal hayatta uyumlu ve faydalı ilişkiler kurulabilmesi açısından anlam taşımaktadır. Sadece ruhi ve manevi ihtiyacın karşılanması, dinin hayatın diğer rol ve gereklilikleri ile uyum problemi çıkarabilecek olması dolayısıyla yeterli olmayacaktır. Bu yüzden, Hristiyanlık ve Musevilik gibi dinler; hayant sistemi ile ilgisiz olmaları ve sadece ibadet ve ruhi ihtiyaçlara cevap vermeye çalışması sebebiyle sadece “sembolik bir kıymet”esahip olmuşlar ve insan toplumları üzerindeki etkinliklerini ve yönlendirici özelliklerini kaybetmişlerdir.
Buradaki temel problem, dini bilginin; hayatla ilgili bilgi çeşitleri ile olan bağlantısının olmaması ve hatta onlarla çelişkili bir durumda kalmış olmasıdır.Günümüzde “dini bilgi ve laik bilgi” diye bilgilerin sınıflandırılması, aslında toplumların “iki farklı bilgi” ile karşı karşıya bulundukları gerçeğini göstermektedir. Bu durum, insanı hayatta çelişkili “değer ölçüleri” ile karşı karşıya getirerek, çözümsüzlüğe yöneltmektedir. Özellikle, Hrisityan ve Musevi dünyası böyle bir çelişkiyi yaşamakta ve dini bilginin onların hayatında “düzenleyici ve belirleyici” niteliği bulunmamaktadır.
İslam dini, Museviliğin ve Hristiyanlığın Peygamberleri Hz. Musa ve Hz.İsa’nın sunduğu gibi, ilk çıkışı ile birlikte “dini ve dünyevi” ayırımı yapmamıştı. Fakat, Hristiyan ve Musevi din adamlarının dini kendi menfaatlerine ve sosyal itibar ve nüfuzlarına birer dayanak yapmalarından sonra, “dini taassub”un sonucu olarak ilme ve akla kapılarını kapatmaları ve her kesim üzerinde baskı kurmalarıyla birlikte dini-dünyevi ayırımı gündeme gelmişti. Bu durum, batı’nın bir sosyal gerçekliği olarak ilmi ve sosyal hayatın da bu şekilde biçimlenmesine sebep oldu.
İslamın akla ve dini bilgiye ne kadar önem verdiğini; “aklı olmayanın dini yoktur” ve “her kadın ve erkek üzerine ilim farzdır” emirlerinden açıkça anlaşılmasına rağmen; dini bilgiye gereğince sahip olunamamanın getirdiği “dini cehalet”, oldukça büyük boyutlara ulaşmıştır. Prof.Dr.Osman Turan’ın açıkladığı üzere, Cumhuriyet yönetimi tarafından 40 yıl boyunca dini eğitime yasak getirilmesi yanında, daha sonraki dönemlerde bu yasağın ağır ağır kaldırılmasına rağmen, İslamı benimseyen kesimlerdeki ihmal ve dini şuur eksikliğinin bir sonucu bu cehalet kemikleşmiştir.
Dinin, kulaktan dolma veya Anne Baba’nın sahip olduğu bilgi ve tecrübe kadar öğrenilmesi, İslam dininin gereği gibi niteliğinin anlaşılamamasına ve İslami yaşayışın bazı yanlış gelenek, eksik bilgi ve dini istismar ederek menfaat sağlayan bazı sözde cemaatlerin yanlış yönlendirmelerine açık hale getirmiştir.Dolayısıyla İslam, Batı’daki kadar olmasa da, kendisinden menfaat sağlanan, cahil din adamlarının eksik ve yanlış anlatımlarıyla aslından uzaklaştırılan bir niteliğe büründürülmüştür.
İslam konusunda bilgiye ve sağlam temel kaynaklara dayalı din anlayışı, bu konuda çalışma yapan veya dini kaynaklarından öğrenen kesimler, “entelektüel/irfani din”idrakine sahip olurken; dini yarım yamalak ve eksik bir şekilde, üzerinde düşünmeden kabul edici mantıkla benimseyen kesim de “halk dini”denilen farklı bir anlayış seviyesine gelmiştir. Dolayısıyla hayat alanına, iki farklı din anlayışı sunulmuş durumdadır. İşte bu eksik din anlayışı, hem dini gerçek manada bilen ve yaşayan kesimden, hem de dine uzak ve batılı anlamda din kavramını öğrenmiş kesimlerden gereken ilgi ve yakınlığı görememe noktasına gelmiştir.
Bir diğer anlaşılması zor konu ise, Dini bilgi ve uygulamanın laik devlet yapısı içerisinde sorumlu mevkii olarak Diyanet işleri kurumunun yetkisi altına alınmasıdır. Bu durum, diyanet kurumunu sistemin bir genel müdürlüğü gibi, iktidarların dini bakışına göre şekil alacak bir noktaya getirmiştir.Her ne kadar, bünyesinde bilgi sahibi ve dini kitabi olarak bilen kişilere sahip olmasına rağmen, bazı dönemlerde din üzerinde yöneticilerin yanlış veya kasıtlı tutumları sebebiyle, “dini siyasileştirme” çabalarına maruz kalmıştır.
Sonuç olarak din, bizim kültürümüzde Allah’ın insanlar için koyduğu bir inanış, yaşayış, ahlak ve ibadet kurallarının toplamıdır ve özellikle inanç, ahlak ve ibadet yönü, değişmez ve müdahe edilemez bir özellik taşımaktadır. Başta Kur’anı kerim ve Peygamberimizin Sünnet’i (Sözleri ve Yaşayış şekli) çerçevesinde bilgi ve yaşama felsefesinin öğrenilmesi ve bunlara iman edilerek yaşayış düzenine aksettirilmesi söz konusudur. Tabii ki, İslamın yaşayış ile ilgili hükümleri, Kur’an ve Sünnet gibi vahiy kaynaklı bilgilere ek olarak, Müslüman ilim adamlarının akıl ve diğer hüküm çıkarma metodlarıyla sosyal hayata ait olayları içine alan Fıkıh denilen, İslamın uygulamalı ve problem çözücü kurallarıyla kapsamlı bir sistem oluşmaktadır.
Dinin; bazı kişi veya grupların, temel dini kural ve bilgiler dışında kendi fikirlerini açıklayarak, kişilerin akıl ve iradelerine hükmedip, yanlış veya sapık yönelişlerle kaymasının önüne geçmek, dini iyi anlamak ve kurallarını hür iradeyle benimseyip, hayatı düzenleyici bir seviyeye getirmekle mümkün olacaktır. Islam dini, bütün bu özellikleriyle, hayata tüm yönleriyle cevap veren, yegane din olma hüviyetini muhafaza etmektedir.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi