İçinde bulunduğumuz çağda değişimin çok hızlı olduğundan bahsedilir. Elhak değişimin daha hızlı olduğu olgusal bir durum olarak tespit edilebilir. Belki de bu hızlı değişime istinaden söylenen yargı cümlesinden birisi de zamanın ruhunun değiştiğidir. Üçüncü bir argümanı da bunlara bağlı olarak biz hatırlatalım; insanın doğası değişmiştir.
Gerek bilimsel gerekse bilimsel olmayan çevrelerde bu argümanların farklı dillerle (bazan bilimsel bazan da popüler) sıkça zikredildiğine şahit olmaktayız. Fakat gerçekten durum böyle midir? Bu argümanların geçerliliğini test etmek üzere kısa analizlerde bulunalım.
İnsanoğlu çevresini değiştirebilen bir varlıktır. Nitekim modern bilim anlayışı ile birlikte tabiat ile uyumdan tabiata hakim olmak zihniyetine geçilmiştir. Dikkat edilirse tabiata müdahale ile çevre kirliliği modern zamanların bir sorunudur. Bu bağlamda uzaya gitmekten tutun da denizaltından vasıta geçmesine, bilgisayarlardan yapay zekaya kadar bir dizi değişimi insanlık yaşamaya devam etmektedir. Bu değişimler önemli olmakla birlikte, bir kimse yaşanan değişimlerin otomatik olarak insan(lığ)ın kalitesini artırdığını iddia edebilir mi?
Burada asıl sorulması gereken sorular şu şekilde ifade edilebilir; “İnsanın dünyada bulunuş amacı nedir?”, “İnsan nereden gelmiştir? (insanın dünyadaki serüvenini sormuyorum), “Öldükten sonra insanı ne beklemektedir?”, “dünyada başarı diye zikredeceğimiz şeyler insanın ürettiği ürünler midir? Bu soruları önemsiz görüyorsanız diyeceğim bir şey yok. Dünya ne kadar değişirse değişsin, insanın asli soruları bunlardır.
Toplumların ilginç bir niteliği vardır. Görsel olana yüzeysel olana çabuk bağlanır ve onlardan etkilenir. Ancak bunlar “cambaza bak” türünden şeylerdir. Hz. Musa’nın asası (=gerçeklik) gelince sihirbazların ipleri (geçici olanlar ve gerçekliği olmayanlar) çökerler. Bu insanlığın başından bu yana değişmedi. Bir de Kur’an-ı Kerim’e tarihsel derler. İyi okunursa görülecektir evrensel mesajı. Müslümanlar Jean Baudrillard’ın anladığı şeyleri bile Kur’an’dan anlayamadılar maalesef. Kimse gücenip darılmasın. Koca bir simülasyon dünyasında görüntü ve enformasyon bolluğunu hakikat zannedenlerin kulağı çınlasın. Jean Baudrillard’ın da toprağı bol olsun.
Modernitenin erken zamanlarında “ilerleme”ye dogmatik bir inanç olarak bağlanılmıştı. Aradan zaman geçinde nasıl bir mitik unsur olduğu anlaşıldı. Ancak insanlık hep daha iyiye gittiği argümanını terketti mi? Hayır. Şimdilerde sosyobiyoloji üzerinden ilerleme ve sosyal Darwinizmi yeniden yedirmeye çalışıyorlar. Yiyenlere afiyet olsun. Transhümanizm ile insanın içinde varolan ebediyet arzusunu kışkırtarak, insanlık ile Tanrı arasında “Original Sin”in ikinci perdesini hazırlıyorlar. İnsan hakikati artık kabullenmeli; “Her nefis ölümü tadacaktır.”
İnsanın doğası falan değişmemiştir. Fakat değiştirmeye çalıştıkları doğrudur. İnsan güç devşirmek ister. Sahip olmak ister. Hegemonya kurmak ister; hasılı tanrılaşmak ister. Hz. Adem’de ne varsa hepimizde ondan var. İnsan iki maddi ürün yapmakla doğasının değişeceğini mi düşünüyor? Bugün dünyada olup biten bir grup azınlığın diğeri üzerine tahakküm kurma isteğidir. Aldoux Huxley’i bir daha okuyun. “Arzu”lar kışkırtılarak insanlar güdülmek isteniyor. İnsanı ürettiği ürünlerden sadeleştirerek bir daha düşünün ve bana insanda değişen bir şey söyleyin.
“Zamanın ruhu” kavramının anlamı, tüm değişimler çerçevesinde bugün insanlığın hangi çerçeve, birikim ve dil üzerinden konuşacağını anlamlı kılar. Yoksa bunun anlamı dinin devrinin sona erdiği değildir.
Yukarıdaki asli soruların yegane cevabını dinler vermektedir. Kabul edersiniz ya da etmezsiniz başka mesele. Fakat dikkat ederseniz dinin yerine ikame olmaya çalışan dinimsi yapılar imitasyon cevaplar üretiyorlar. Dinlerin devrinin geçmediğinin en önemli göstergesi de Tanrı’yı taklit eden bu dinimsi yapılardır. Küresel aktörlerin her şeyi kontrol altına almaya çalışan tanrısal hegemonyası bir tesadüf olabilir mi?
Prof. Dr. Mustafa TEKİN