Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’den insanlara “Bana, dini Allah’a has kılarak O’na kulluk etmem emredildi”[1] demesini ister, o da hiç şüphesiz bu emrin gereğini yerine getirir ve ümmetine örnek olur.
Hz. Peygamber, bir gün namaz kılmak amacıyla Kâbe’ye gelir ve etrafına şöyle bir göz gezdirir. Bir tarafta Ebu Cehil ve arkadaşlarını, öbür tarafta Abdullah b. Mes’ud’u, diğer tarafta ise daha önce putlar için kurban edilmiş deve işkembesini ve bağırsaklarını görür. Put sevgisi iliklerine kadar işlemiş olan Ebû Cehil’in ve arkadaşlarının yanına gitmez. Zira o, ne zaman Kur’an okusa, onların kendisine hain gözlerle baktıklarını; “putlara tapmayın, Allah’a şirk koşmayın, sadece ona kulluk edin” dediği için de kendisine düşman olduklarını çok iyi biliyordu. Kendisini bu davadan vaz geçirmek için birkaç kez ileri gelen müşriklerin, amcası Ebu Tâlib’e gittiklerini, “Kardeşinin oğlu putlarımıza küfretti. Dinimizi ayıpladı, atalarımıza hakaretler etti” dediklerini, hatta onu tehdit ettiklerini de unutmamıştı. Bu nedenle onlardan biraz uzakta bir yerde ibadet etmeyi tercih etmiş ve orada namaz kılmaya başlamıştı. Bu arada Ebû Cehil, her zaman olduğu gibi aklına bir hainlik gelmiş ve yanındakilere, “Kim gidip şu deve işkembesini, Muhammed secdeye vardığında sırtına koyacak?” demişti. Ukbe b. Ebi Muayt, bu sözü duyar duymaz, hemen yerinden fırlamış ve Hz. Peygamber secdeye vardığında deve işkembesini almış, onun sırtına ve boynuna gelecek şekilde koymuştu. Bu nedenle de Hz. Peygamber başını yerden kaldıramamıştı. Bu olaya şahit olan İbn Mes’ûd ise bir şey yapamamanın derin üzüntüsü içinde donup kalmıştı. Bu durumdan haberdar olan Peygamberimizin kızı Fatıma koşarak gelmiş, o işkembeyi babasının sırtından almış ve yere koymuştu.[2]
Hz. Peygamber, Mekkeli müşriklerin bu tür tehdit ve işkenceleri sebebiyle “dini Allah’a ait kılma” mücadelesinden vaz geçecek değildi ve vaz geçmemişti. Zira dini tebliğ etmek ve dini Allah’a ait kılarak O’na kulluk etmek, onun aslî görevi idi ve görevini de hakkıyla yerine getirmesi gerekiyordu. Müşrikler ise putlara tapmakta ısrar ediyor ve Hz. Peygamber’i yolundan alıkoymak için her defasında değişik taktikler uyguluyordu. Hz. Peygamber yılmıyor, “Ben kendisine hiç kimseyi ortak koşmaksızın yalnız Rabbime yakarır kulluk ederim”[3] demekle yetiniyordu.
Bir defasında Mekkeli müşriklerin “Seni getirdiğin bu dine yönelten sebep nedir? Babanın, dedenin ve kavminin dinine bir baksana! Onlar Lat ve Uzza’ya tapıyorlar.”[4] Dediklerinde, Allah Teala resulüne şu talimatı vermişti: “Kuşkusuz ben, kendisine içten bir inanç ve bağlılık göstererek Allah’a ibadet etmekle yükümlü kılındım. Bana Müslümanların ilki olmam emredildi. De ki, “Eğer Rabbime isyan edersem, dehşetli bir günün azabına uğrayacağımdan korkarım.” De ki (o putperestlere), “Ben, kendisine içten bir inanç ve bağlılık göstererek yalnız Allah’a ibadet ederim.”[5] Daha sonra da “Sen Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol. Kesin olan şey/ölüm gelinceye kadar rabbine kulluk et.”[6] uyarısında bulunmuştu.
O da bunun gereğini hakkıyla yerine getiriyor ve ümmetine de örnek oluyordu. Bu nedenle “Dini Allah’a ait kılmak”, sadece Allah’a kulluk etmek, O’na şirk koşmamak ve nefisini tanrı edinmemekti. “Nefsini tanrı edinmek” ise Allah’ın kendisine yüklediği kulluk görevlerinin tamamını veya bir kısmını terk ederek kendi arzu ve istekleri doğrultusunda bir hayat yaşamaktı. Hz. Peygamber’in ifadesiyle “Altına, gümüşe ve lükse kul”[7] olmak demekti. Zira kulluk, insanın kendisini yaratan ve rızıklandıran Allah’a karşı duyduğu derin saygı ve sevginin sonucu olarak O’nun rızâsına uygun bir hayat yaşamayı ifade ediyordu. Kulluk göstergesi olan ibadetler ise Allah’ın koyduğu kurallara ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına göre sırf Allah rızası için yapılan ve faydası da yapana ait olan amellerdi. Bunlar da insanın Yaratanına karşı saygısını ve boyun eğişini gösteren belirli davranış biçimlerini ve hayat tarzlarını simgeliyordu. Bu nedenle samimiyet ve devamlılık, kulluğun ana ilkeleri arasında yer almaktaydı. Zira Allah Teâlâ, kullarından samimi olmalarını ve kulluklarını devamlı yapmalarını istiyordu.[8]
Bu nedenle “ihlas” kulluğun ruhu ve özü olarak kabul edilmiştir. Zira şirk ve riya karıştırılmadan, sadece Allah rızası için yapılan kulluğun, O’un katında bir değeri vardır. Hz. Peygamber’in ifadesiyle amellerin değeri de niyete bağlıdır.[9] Çünkü gösteriş için yapılan ve içine riya karıştırılan bir kulluğun Allah katında hiçbir değeri yoktur[10]. Bu nedenle Yüce Rabbimiz, kendisine şartlı kulluk edenleri, elde ettiği iyiliğe sevindiği halde, imtihan gereği sıkıntıya uğradıklarında yüz çevirenleri, şiddetle kınar, “Böyleleri dünyasını da âhiretini de yitirmiştir”[11] der. Buna karşılık kulluğunu güzel yapanları da müjdeler ve bu müjdeyi de şöyle ifade eder: “Kim güzel niyet ve davranış sahibi olarak kendini Allah’a teslim ederse rabbinin katında onun mükâfatı vardır. Öylelerine korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.”[12]
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] Zümer, 11
[2] Buhârî, Vudû, 69.
[3] Cin 72/19-20.
[4] Mukatil b. Süleyman, Tefsiru Mukatil b. Süleyman, Beyrut, 1423/2002, III/129.
[5] Zümer 39/11-14.
[6] Hıcr 15/99.
[7] Tirmizî,. Zühd,8.
[8] Hicr 15/99.
[9] Buharî, Bedu’l Vahy,I.
[10] Bakara 2/264.
[11] Hac 22/11; Ma’ûn 107/5.
[12] Bakara 2/112.