Şayet Hz. Peygamber döneminde yaşayan biri olsaydık, onun 12 yıl 5 ay ve 13 gün Mekke’de; 9 yıl, 9 ay ve 9 gün ise Medine’de, olmak üzere toplam 23 yıl peygamber olarak yaşadığına; bu süre içinde Kur’ân’ın parça parça indirildiğine ve indirilen her bir ayetin onun tarafından tebliğ ve bazı ayetlerin de tebyîn edildiğine şahit olacaktık. Fakat biz, şimdi onun döneminde yaşamıyoruz, ama Kur’an’ın nüzul sürecini ve bu nüzule bağlı muhtevayı biliyoruz. Bu muhteva da bize mesaj niteliğinde çok önemli bilgiler sunuyor. Nitekim Mekke döneminde inen ayetlerdeki muhtevada iman ve ahlak konularının; Medine döneminde inen ayetlerdeki muhtevada ise ibadet ve hukuk kurallarının yer aldığı görülüyor. Nitekim Kur’an’ın nüzul sürecindeki bu muhtevadan namaz hariç- zira o Mekke döneminde de kılınıyordu- oruç, zekât ve cihadın hicretten iki yıl sonra farz kılındığını; mirasla ilgili hükümlerin, hicretin üçüncü; içki yasağının hicretin dördüncü; örtünme, boşanma ve evlenme ile ilgili hükümlerin hicretin dördüncü ve beşinci; had cezasının hicretin altıncı; faiz yasağının hicretin sekizinci ve nihayet haccın farz kılınışının ise hicretin dokuzuncu yılında olduğunu biliyoruz.
Bu bilgiler de bize Kur’an’ın Mekke döneminde iman ve ahlak konularına öncelik verdiğini, Medine dönemin de ise ibadet ve hukuk konularını ele aldığı ve ele aldığı bu konularda bir tedricîlik yöntemini uyguladığı görülüyor. Dolayısıyla Kur’an’ın nüzul sürecinde bir bilgi hiyerarşinin bulunduğunu ve Hz. Peygamber’in de buna bağlı olarak İslâm binasını, iman ve ahlak temelleri üzerine ibadet ve hukuk kurallarını inşa ettiğini öğreniyoruz.
Bu İslâm binasında imanın, insanın iç dünyasını şüphe ve şirkten arındıran ilkeleri ve kuralları ihtiva eden “tenzil”i tasdik etmek, ahlâkın ise insanın dış dünyası, özellikle de insanlarla ve çevresiyle olan ilişkilerini düzenleyen, sağlıklı bir zemine oturtan, ifrat ve tefritten uzak iyi, doğru ve güzel davranışlar olduğunu anlıyoruz. İbadetin ise iman ile iç arınmasını; ahlak ile de dış arınmasını yapan Müslümanın, Allah’ın tayin ve tespit ettiği kurallarla O’nun huzuruna çıkmasını; hukukun da iman, ahlak ve ibadetleri koruyan, bozulmalarını önleyen, caydırıcı ilkeler ve kurallar olduğunu biliyoruz. Bu da bize insanın, iman ile iç dünyasını şirkten arındırdıktan, ahlak ile de dış dünyasını düzenledikten sonra Allah’ın huzuruna çıkması gerektiği mesajını veriyor.
Ne var ki, İslam’ın ilk dönemlerinde bu bilgi hiyerarşisine uyulduğu halde, zamanla bu uygulamanın gevşediği ve ahlakî ilkelerin geri plana itildiği görülüyor. Nitekim ilmihal kitaplarındaki iman, ibadet ve ahlak sıralaması da buna işaret ediyor. İmanı, bir ağacın kökü; ibadeti o ağacın gövdesi ve dalları, ahlakı ise meyvesi olarak gören anlayış da bir anlamda bu bakış açısına katkı sunuyor.
Kur’an’ın nüzulündeki bu muhtevadan haberi olmayan kimi Müslümanların, ilmihal kitaplarındaki bu sıralamanın ve dünya-ahiret ayırımı düşüncesinin de etkisi ile ibadet konularına daha çok önem verdikleri, fakat ahlakî konulara gereken önemi ve değeri vermedikleri, dolayısıyla da ahlâk anlayışlarını yanlış temeller üzerine kurdukları, mesela namus konusunda erkekler için ayrı, kadınlar için ayrı bir ahlak anlayışı geliştirdikleri; domuz eti yenilmesine gösterdikleri tepkiyi, içki içilmesine göstermedikleri; ticarî hayatlarında yalan, aldatma ve faiz; sosyal hayatlarında ise iftira, dedikodu ve ihanet gibi haramlara tevessül ettikleri müşahede ediliyor. Dolayısıyla bu durum, eleştiri konusu yapılıyor.
Günlük ibadetlerini gereği gibi yapıp yapmadıkları konusu bir tarafa, ibadetlerini kısmen de olsa yapan Müslümanların acaba yüzde kaçı sahip oldukları zihniyetin ve yaşadıkları dinî hayatın, Kur’an’la ve Kur’an’ın nüzul yöntemiyle uyuşup uyuşmadığına bakma ihtiyacı hissediyor? Bu da, dinî hayatımızda ve din anlayışımızda bir sorunun bulunduğunu, dolayısıyla bu hayat tarzının sorgulanarak gözden geçirilmesi gerektiğini gösteriyor. Zira bu tür bir dinî hayat, Müslümanı seküler bir hayata yönlendiriyor. Nitekim Prof. Dr. Hilmi Demir’in “Türkiye sekülerleşiyor, dindarlaşmıyor Sekülerleşme din karşıtlığı ya da dine düşman olmak değil. Sekülerleşme bireyin hayatındaki tutum ve davranışlarla ilgili, laiklik ise devletin tutum ve davranışlarıyla ilgili. Laiklik hukuksal ve devletin rejimiyle ilgili bir şey. Sekülerlik ise bireysel, bireyin yaşamıyla ilgili”[1] olduğu yönündeki sözleri, mevcut durumu özetliyor.
Şu gerçeği de gözden ırak tutmamak gerekiyor: Her dönemde ve her çağda İslâm’ı iyi temsil eden Müslümanlar olduğu gibi, etmeyen/edemeyen Müslümanlar da söz konusudur. Zira hiçbir dönemde sorunsuz bir dinî hayat olmamıştır. Sorun, İslâm’ı iyi temsil edip etmeme konusu ile ilgili olduğu kadar, İslâm’ı iyi temsil eden Müslümanların oranlarıyla da ilgilidir. Arzu edilen, İslâm’ı temsil eden Müslümanların, İslâm’ı yeterince ve gereği gibi temsil edemeyen Müslümanlardan daha fazla olmasıdır. Diğer bir ifade İslâm’ı temsilde sorun oluşturan ve kötü örnek olan insanların yerine; iyi, doğru, dürüst ve adil insanların örnek olmalarıdır.
İslâm’ın iyi temsil edilemeyişi ile ilgili olarak bir çok sebep ileri sürülebilir. Bunlardan İslâm’ın kompartımanlaştırılarak dünya ve ahiret ayırımına gidilmesi, bu nedenle İslâm’ın bütünlükten yoksun küçük parçalar halinde ve duygusal bir zeminde yaşanır hale getirilmesi, en dikkat çekici olanlarıdır. Bu nedenle bazı Müslümanların, çıkarlarına ve düşünce tarzlarına göre İslâm’ı anlayıp yorumlamalarında bir tesadüf yoktur. Zira İslâm’ı doğru yaşamak için onu samimiyetle benimsemek ve anlamak gerekiyor; çünkü yanlış ve eksik dinî bilgilerle ve bilinçle doğru bir İslâmî hayat yaşamak mümkün olmuyor. Nitekim Müslüman kimliğine sahip insanların, aynı ölçüde ve nitelikte Müslüman kişiliğine sahip olamayışları da bunu gösteriyor. Çünkü her Müslüman, İslâm deryasına kendi fıtrî yetileri ile gidiyor ve o deryadan sahip olduğu yeti kadar nasipleniyor; dolayısıyla İslâmî konuları yeterince anlamamış ve içselleştirememiş bir Müslümanın, samimi olarak dinî konuları yaşaması da söz konusu olmuyor. Her ne kadar dinî kurallar sürekli tekrarlarla alışkanlık haline getirilse de, niçin yapıldığı bilinmediği ve bilinç haline getirilemediği için olumlu davranışlara dönüşmüyor/dönüştürülemiyor. Dolayısıyla ibadetler, ritüel olarak yerine getirilse de, bireyi insan yapan ahlaki değerleri ona kazandırmıyor.
Bu nedenle her Müslüman’ın bu gerçeğin bilincinde olması, tutum ve davranışlarını ayarlaması ve İslâm’ı buna göre yaşaması icap ediyor. Zira geçmişte İslam âleminde ortaya çıkan Haricilik gibi tepkisel; Mürcie, Hanefilik ve Maturidilik gibi akılcı; Şafilik, Malikilik, Hanbelilik ve Zahirilik gibi gelenekçi-Muhafazakar; Şiilik ve türevleri gibi siyasal-Karizmatik Liderci; Sufilik gibi keşifci-inzivacı din anlayışları, bugün de etkinliğini koruyor ve Müslümanların düşünce dünyalarını ve dinî hayatlarını az veya çok etkilemeye de devam ediyor. Ayrıca geçmişten günümüze intikal eden bu dinî anlayışlara ilaveten, modern ve post modern hayatın etkileri ile oluşmaya başlayan ve daha ziyade dini, kültür ve gelenek olarak gören yeni dinî anlayışlar da söz konusu olabiliyor. Bu yeni anlayışta din denilince akla, biraz ritüel, biraz ikon, biraz ezoterizm, ruh, cin, keramet, mehdilik cihat vs. gibi konular geliyor ve her dinî anlayışın da kendisine özgü dinî tezahürleri görülüyor. Dolayısıyla dinî anlayışlarda, kendilerini diğerlerinden ayırt etmek için bazı simgelerin ve sloganların kullanıldığı ve bunların görünür olmasına da özen gösterildiği de müşahede ediliyor.
Kur’an’da, ibadetlerdeki ana hedefin “takva” olarak zikretmiş olması ve Hz. Peygamber’in de “ahlak” peygamberi olarak tanımlanması dikkate alındığında ilahî muradın, ahlakî donanıma ve kulluk bilincine sahip olan bir Müslüman tipolojisi oluşturmak olduğu anlaşılıyor. Ancak Müslümanların, genelde kapsayıcı ve kuşatıcı bir Kur’an ve Sünnet bilgisine sahip olamayışı ve sahip olduğu bilgilerin ise derinlikten ve nitelikten yoksun oluşu nedeniyle “görünür olma” tavrını, dinin araç değerleri üzerinden yapması ve amaç değerlerine gereken özeni göstermemesi, İslâm’ın gereği gibi temsil edilemediği algısını oluşturuyor ve yaygınlaştırıyor. Dolayısıyla Kur’anî muhtevadan uzaklaşmayan; Hz. Peygamber’in ahlakını örnek alan, dinî kuralları formalite haline dönüştürmeden ahlakî erdemleri hayatın merkezine yerleştiren ve bunlara bağlı olarak da kulluk bilincini ve iradesini oluşturan bir dinî anlayışa ihtiyaç bulunuyor. Zira bu hali ile günümüzde yaşanan İslâm, bir kimlik olarak sosyal ve kamusal alanda “görünür” olsa da, maalesef muhtevasının kapsayıcılığı, kuşatıcılığı, derinliği ve kişilik yaratıcı niteliği ile bulunmuyor. Bu da bize Kur’an’ın tenzil sürecinde uyguladığı ve bir mesaj olarak verdiği bilgi hiyerarşisinin ne kadar önemli ve değerli olduğunu gösteriyor.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] T24 1 Mayıs 2023; https://t24.com.tr/yazarlar/cansu-camlibel/prof-dr-hilmi-demir T 24’de Cansu Çamlıbel ile yaptığı 1 Mayıs 2023 tarihli röportaj.