İnançlarımızı oluşturan, referanslarımızdır, hatta bundan öte o referanslarımızı anlama ve yorumlama tarzımızdır. Zira anlama ve yorumlama tarzımız, nasıl düşündüğümüzü ve nasıl anladığımızı tayin ve tespit eder. Bu nedenle doğru bir din anlayışı için doğru bir Kur’an tasavvuruna ve doğru bir peygamber anlayışına; doğru bir Kur’an tasavvuru için de doğru bir Allah tasavvuruna ihtiyaç vardır. Bir başka ifade ile doğru bir Allah tasavvuru olmayınca doğru bir peygamber anlayışı, doğru bir peygamber anlayışı olmayınca da doğru bir Kur’an tasavvuru oluşmamaktadır. Dolayısıyla geçmişte Allah, peygamber ve Kur’an tasavvurlarına bağlı farklı dinî düşünceler oluşmuştur ve günümüzde de oluşmaya devam etmektedir.
Bunun da nedeni tarihi süreç içinde tarım toplumunun problemlerini çözmek için öngörülen dinî düşüncelerin, sanayi ve bilgi toplumunun problemlerini yeterince çözemediği, en azından her problemini çözemediği için yeni anlayışlara ve yöntemlere ihtiyaç duyulduğu düşüncesidir. Nitekim geçmişte uygulanan anlama ve yorumlama yöntemlerinden farklı olarak çağımızda semantik, hermeneutik, tarihsellik ve durumsallık gibi farklı yöntemlerin de dinî metinleri anlama ve yorumlamada kullanılmaya başlandığı görülmektedir. Bunun tabiî bir sonucu olarak da dinî ilimlerde bir taraftan geleneksel düşüncelerin aktarılması yapılırken; diğer taraftan da geleneksel düşüncelerin sorgulanması, analizi, değerlendirilmesi yapılmakta ve buna ilaveten yeni düşünceler üretilmektedir. Dolayısıyla dinî düşünce, günümüzde iki önemli sorunla karşı karşıyadır: Bunlardan birincisi geleneğin mutlaklaştırılarak doğru yanlış ayırımına bakılmaksızın olduğu gibi nakledilmesi; diğeri ise tespit edilecek kriterlere göre doğru ve yanlış ayırımına gidilmeden geleneksel dinî düşüncelerin ret edilerek geleneksizliğe giden bir yola girilmiş olmasıdır. Gelenekçilik, “inançları daha çok geçmişten süregeldikleri için benimseyen, saygın tutan, destekleyen yeni kültür öğelerine daha az değer veren tutum veya öğreti”[1] olarak tanımlanmaktadır. Geleneksizlik ise böyle bir düşünceye ve geleneğe sahip olmama demektir.
Dinî gelenek, dinin ortaya koyduğu ilke ve kuralların, tarihi süreç içinde beşer tarafından yapılan yorumlarından oluşan bir düşünce ve kültür birikimidir. Elbette ki bu birikimde bizim için yararlı unsurlar ve öğretiler mevcuttur. Ancak geleneği oluşturan yorumları yapanların da bizim gibi insan olduğunu, hata yapma ihtimallerinin bulunduğunu ve kendi zamanlarında ki sosyal, ekonomik ve kültürel ihtiyaçlarına göre yorum yaptıklarını da unutmamak gerekir. Ancak burada önemli bir sorun vardır, o da geleneği gelenekçiliğe dönüştürerek entegrist bir bakış açısıyla ona ideolojik bir nitelik kazandırma anlayışıdır. Aynı şekilde geleneksizlik de en az gelenekçilik kadar sorunludur. Çünkü geleneği olamayan bir dinin, müntesiplerine birlik adına vereceği hiç bir şeyi yok demektir. Bu nedenle gelenek ile gelenekçiliği ve geleneksizliği bir birinden ayırt etmek gerekmektedir
Bu ayırım yeterince yapılmadığı içindir ki dinî düşüncelerin ana meselesi haline gelmiştir. Zira bir taraftan dinî yorumlar mutlaklaştırılmakta, dolayısıyla entegrist bir tavırla yorumlardaki değişimin önüne set çekilmeye çalışılmakta; diğer taraftan ise bir metoda dayanmaksızın rast gele yapılan indî yorumlar ile geleneksizliğe giden anlayışlar teşvik edilmektedir. Oysa geleneğin tesirini ve yorum biçimlerini, tarihsel formları aşıp dinî metinlerin ilk okunuş ve anlayış tarzlarını mutlaklaştırmak; bir bilgi objesi olan dinin yorumunu inanç objesine dönüştürerek din gibi algılamak; dahası dinî metinleri iç ve dış bağlamlarından kopararak çağdaş anlayışlara uygun gelecek tarzda yorumlamak, yorumun değeri ve anlama yöntemleri açından sorunlu bir görünüm arz etmektedir. Böyle bir açmazdan kurtulmanın tek yolu, Kur’an’ın rehberliğine müracaat etmektir. Zira onun Cahiliye kültürüne karşı uyguladığı yöntem günümüzde de bizim için bir rehberdir.
Nitekim Kur’an’ın Cahiliye dönemine ve daha öncesine ait kültürleri, toptan ret veya toptan kabul etme gibi bir tavır içinde olmadığı, bilakis doğruları kabul, yanlışları ise ret ettiği veya tashih ettiği bilinen bir husustur. Bir başka ifade ile Kur’an’ın Cahiliye kültürünü ya ipka, ya ıslah ya da ikmal ettiği görülmektedir. Bu tarihsel gerçek, bize Kur’an’ın müspet değerlere ve doğru dşüncelere sahip çıktığını göstermektedir. Dolayısıyla müspet değerler ve düşünceler söz konusu olduğunda Cahiliye dönemi, gelenekçilik, Doğulu veya Batılı gibi kategoriler belirleyerek tercihte bulunmak, Kur’an’ın ruhuna uygun düşmemektedir. Kur’ana göre doğrunun kriteri ne zaman ne mekan ne de şahıslardır. Doğrunun kriteri ilke ve kurallardır. Bu ilke ve kuralları da hem Kur’an’da hem de Hz. Peygamber’in İsrâiliyat konusundaki tavrında bulmak mümkündür. Bu nedenle hem geleneğin hem de yeni değerlerinin sorgulanarak analiz edilmesi ve tespit edilecek kriterlere göre değerlendirilmesi gerçekçi ve ilkesel bir yaklaşım tarzı olacaktır. Bu nedenle nereden gelirse gelir ise gelsin -ister gelenekten, ister Doğudan, ister Batıdan- “doğru olanı almak, yanlış olanı almamak” Kur’an’ın tenzil yöntemine uygun bir yaklaşım tarzıdır. Bu kural, dinî yorumlardaki değişimi ve değişimin yönünü de ortaya koyan bir kuraldır. Bunun için de doğru veya yanlış ayırımı yapmadan sırf gelenek diye geçmişi olduğu gibi koruma ve aktarma tavrı içinde olmak yerine; geleneğin doğrularını koruma ve aktarma, ama yanlışlarını terk etme tavrı içinde olmak, tercih edilmesi gereken bir yöntemdir. Bir başka ifade ile yapılması gereken şey, duygusal bir yaklaşımla geleneği olduğu gibi savunma ya da ret etme yerine, geleneğin restorasyonu için çaba göstermektir.
Bun sağlayabilmek için dinî düşünce alanında yüzyıllardır devam edip gelen ak-kara veya siyah-beyaz gibi kategorik, indirgemeci, tümevarımcı, parçacı/atomik düşünce yöntemlerinin ve mutlakçı anlayışlarının terk edilerek, bunların yerine analitik, sorgulayıcı ve eleştirel düşünce yöntemlerini kullanmak ve kullanım alanlarını genişletmek gerekir. Zira bilgi parçacıkları, fikir üretmede zenginleştirici bir unsur olarak gerekli olsalar da asla yeterli değildir. Bilgileri üst üste yığmak kendiliğinden fikir üretmemektedir. Bu bilgileri bir araya getirme şeklinde bile bilgiden bağımsız bazı ön fikirlere ve yöntemlere ihtiyaç vardır. Düşünce süreci, bilgiyi malzeme olarak kullansa bile ancak fikirlerle ilerleyebilmektedir. Sistematik düşünmeyi bilmeyenler, ideolojik kalıplar arasında istedikleri kadar gezinseler, bilgi depolasalar da fikir üretememektedirler. Çünkü “tenkitsiz analiz, sezgisiz sentez” olmadan düşünce üretimi mümkün değildir. Ayrıca “ takdirsiz tenkidin, tenkitsiz takdirin de bir değeri yoktur”. Zira düşünce üretemeyenler, başkalarının ürettiği düşünceleri de yeterince anlayamamakta ve akıl süzgecinden geçirememektedirler. Daha da önemlisi üretilen düşüncelerin somutlaşan ürünlerini ve enstrümanlarını kullanamamaktadırlar.
Her alanda olduğu gibi dinî ilimlerde de branşlaşmanın sağladığı bir çok faydanın yanında, meslek körlüğü denilen olumsuzlukları da mevcuttur. Bu olumsuzluklardan azamî ölçüde korunmak için, dinî ilimlerde interdisipliner anlayışa geçilmesi şarttır. Zira dinî düşüncenin temel problemi, konuların interdisipliner bir bakış açılarıyla ele alınıp analiz edilememesi ve çözümler üretememesidir. Bunun için de dinî ilimlerin interdisipliner yaklaşımlarla yeniden ele alınmasında ve bu bakış açısıyla yeni fikirlerin üretilmesinde zorunluluk vardır. Zira üretimde bulunmadan geleneği aynen muhafazaya kalkışmak, geleneği dondurmak; buna karşılık doğru olan ve devam etmesi gereken geleneği muhafaza etmeden sadece yeniyi savunmak ise dini düşünceyi yozlaştıran, sonunun nereye varacağı ve nelere mal olacağı belli olmayan bir yola girmek demektir. Her iki durumda da dinî düşünce, hayatın dışında kalmaya mahkum olacaktır. Bununun olmaması veya en azından kısmen de olsa engellenebilmesi için sistematik ve interdisipliner düşüncelere dayalı eserlere ihtiyaç vardır. Bunun için de geleneksel dinî düşüncelerin iyi analiz edilip elde edilen analiz sonuçlarına göre yeni düşünceler üretmek; konuların sadece nasıllığını değil, aynı zamanda nedenlerini ve niçinlerini de açıklamak ve bu açıklamalarda basit, kısa ve anlaşılabilir bir dil kullanmak gerekecektir.
Prof. Dr. Celal Kırca
[1] TDK Türkçe Sözlük, Ankara, 2005, s.741.