islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,4780
EURO
36,4367
ALTIN
2.954,01
BIST
9.294,64
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
9°C
Pazar Çok Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
11°C

DİNİ KARMAŞIK HÂLE GETİRMEK

DİNİ KARMAŞIK HÂLE GETİRMEK
26 Temmuz 2024 09:00
A+
A-

Kur’ân için farklı bir tanım yapmak gerekirse, O’nu “dini kolaylaştıran bir kitap” olarak tanımlamamız mümkündür. Yâni Allah’ın dini kolaylaştırılmış bir dindir ve Allah’ın irâdesi de zorluktan değil kolaylıktan yanadır. Bu aynı zamanda Kur’ân’ın ahlâkına bürünmüş Hz. Peygamber’in de tavrıdır ve Hz. Peygamber; iki şeyden birini yapma konusunda serbest bırakıldığı zaman, günah olmadığı takdirde mutlaka o iki şeyden en kolayını seçmiştir. Bu ilâhî prensip Bakara/185. âyette şöyle dile getirilmiştir: “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk çekmenizi istemez.[1] Kolaylık ilkesinin Kur’ân bünyesindeki temel iki görünümlerinden biri “güç yetirilemeyecek şeyin teklif edilmemesi”, diğeri ise “ilâhî buyrukların zora sürmek, ezmek yerine hayat ve insâna yarar sağlamak” üzere düzenlenmesidir. Ama ne var ki; bu temel ilkelere rağmen, tarihsel seyirde bunun tam tersi olmuş, din bir takım âyet bükücüler tarafından zorluk üreten bir kuruma dönüştürülmüştür. Şu bir gerçektir ki; Kur’ân’ın âyetlerinde insân ve hayatla çatışan hiçbir emir ve yasak yoktur; Allah, altından kalkamayacağı hiçbir yükü insânoğluna yüklememiştir.[2]

Aslında Kur’ân söyleyeceklerini muhatabının anlayacağı şekilde ayrıntılı olarak anlatan bir kitapdır. Hatta bu konuda onun hükümlerini anlamak için başka bir hakem arayışına girenler kınanmışlardır: “Sen onlara [de ki:] Hakikati apaçık ortaya koyan bu ilâhî kelâmı size indiren O iken, [neyin doğru neyin yanlış olduğu konusundaki] hüküm için O’ndan başkasını mı arayacağım?[3] Ama ne var ki; bin küsur yıl kitlelerin anlamak gayesiyle değil, anlamayarak ve mezarlıklarda “sevap kazanma” noktasına indirgeyerek okudukları bir kitabın şimdi ayrıntılı olduğunu söylemeye kalkmak artık neredeyse etkisini yitirmiş yürekler acısı bir gayrete dönüşmüştür. İlâhî âyetlerin herkesin anlayacağı şekilde ayrıntılandığını kabul etmemek, cahil olmakla değil ancak kötü niyetli olmakla mümkündür. Bu nedenle vahye muhatap olan kitap ehlinden bir zihniyet –özellikle Yahudileşenler– kendilerine ilâhî bir emir/buyruk ulaştığında, o emri yerine getirmemek için işi yokuşa sürmek,  sulandırmak ve sanki anlaşılmamış gibi davranarak çeşitli bahanelerle detay istemek yoluna giderek işi savsaklamak istemişlerdir.

Kur’ân’ın bu konuda verdiği en çarpıcı örnek Bakara/67. âyette yer almaktadır.[4] Bu âyette Hz. Mûsâ toplumuna: “Dinleyin! Allah bir sığır kurban etmenizi emrediyor[5] dediğinde, böyle bir emri beklemeyen toplumu Hz. Mûsâ’ya “sen bizimle alay mı ediyorsun?” diye karşı çıkmışlardır. Hâlbuki bir peygamberin Allah’ın emri söz konusu olduğunda alay gibi yakışıksız bir davranış yapamayacağını bu toplum çok iyi bilmektedir. Ama ne yazık ki; Hz. Mûsâ vasıtasıyla kendilerine vahyedilen bu basit ve açık emri hemen yerine getirmek yerine, bu emrin daha net bir tanımını elde etmeye yönelik inatçılıkları yüzünden konuyu karmaşık hâle getirecek birçok detayı/ayrıntıyı Hz. Mûsâ’dan istemeye kalktılar. Yâni ineğin renginin nasıllığı ile başlayan, yaşlı mı yoksa körpe mi olması gerektiğine uzanan birçok soruyu gündeme getirdiler.[6] Fakat ayrıntı isteyerek sordukları her soru işlerini daha da zor hâle getirmekten başka bir işe yaramadı. Gerçi sonunda ineği kurban ettiler ama âyetin ifâdesiyle: “neredeyse hiçbir şey yapmadan kalacaklardı.”[7] Görülüyor ki; onlar, eğer ilk anda seçtikleri herhangi bir sığırı kurban etseydiler görevlerini yerine getirmiş olacaklardı; ama onu kendileri için karmaşık hale getirdiler ve Allah da onu onlar için zorlaştırdı.

Şimdi kısaca değindiğimiz bu konu, ilâhî vahyin anlaşılmasında veyâ dini hukukta önemli bir probleme işâret etmektedir. Bu problem, başlangıçta genel ifâdelerle verilen herhangi bir dinî konuda veyâ dini kurallarda ilâve detaylar istemektir; bu da dine o kadar katı ve karmaşık hâl getirmek demektir. Yani bu kıssadan alınacak ders, kişinin kanunları daha karmaşık hale getirecek olan taleplerde bulunmaması gerektiğidir. İşte ilk Müslüman nesiller meseleyi böyle görmüşlerdir ve onlar meseleleri kendi içinde giriftleştirmemişlerdir. Ama sonradan gelenler, kendi kıyaslamaları/içtihâdları yoluyla çıkardıkları bazı buyrukları dine ilave ettiler, bu ilâve buyruk ve yasakları o kadar çoğalttılar ki şeriat, toplum için ağır bir yük haline gelmeye başladı. İşte aynı zamanda bu, Hz. Peygamber’in ashâbı tarafından doğru şekilde kavranan bu problemin önemini ve neden sûreye “Bakara/sığır” adının verildiğini bize göstermektedir.

Bütün bu açıklamalar, müminlerin, Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in açık şekilde ortaya koydukları emirlerden “ilâve” kurallar çıkarmaya çalışmamaları gerektiğine işâret eder. Çünkü bu, yüzyılların akışı içinde ortaya çıktığı gibi onlara “zorluk çıkarabilir”; Kur’ân’da ve Hz. Peygamber’in mütevatir emirlerinde hukukî kurallar olarak vazedilmiş olanların üstünde ve dışında ilave yükümlülükler getirebilir. Bu nedenle bazı büyük Müslüman âlimler, üzerinde durduğumuz âyetlere dayanarak “İslâm hukuku, bir bütün olarak, Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in emirlerinin zahirî anlamlarından çıkarılan açık kurallardan başka şeyleri kapsamaz” sonuca varmışlardır. Yalnız şunu da vurgulayalım ki; bu sonuç, Müslüman toplumu, gerekli olduğunda Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in öğretilerinin rûhu ile uyumlu, geçici her türlü düzenlemeyi yapmaktan alıkoymaz ama şüphesiz bu tür ilave düzenlemeler, İslam Hukuku’nun aslî unsuru olarak görülemezler.

Detaylandırmanın ve işi zora sokup sulandırmanın dışında Yahudileşmek ile ilgili bir başka örnek de onların Allah’ın emirlerini kendilerine duyuran Hz. Mûsâ’nın sözlerini ciddiye almayan ve bunları yapmamak için ortaya sürdükleri anlamsız tutum, tavır ve davranışlardır. Onların bu tavrı Hz. Mûsâ’yı öyle bir noktaya getirmiştir ki; “Ey Rabbim! Benim sadece kendime ve kardeşim [Harun]a sözüm geçiyor! O zaman, bizimle bu sapkın halk arasına bir çizgi çek![8] diye sonunda Allah’a yakarışta bulunmuştur. Bu dûanın öncesinde Hz. Mûsâ ile kavmi arasında şöyle bir olay gerçekleşmiştir.

Hz. Mûsâ, Mısır’da Firavun’un zulmüne uzun süre mâruz kalan İsrâiloğulları’nı bu zulümden kurtarmış ve onları vaad edilmiş topraklara yâni içinde Beytülmakdis’in de bulunduğu Filistin topraklarına doğru yola çıkarmıştı. Ancak Sînâ çölüne geldiklerinde Filistin’de Amâlika ve Ken’anlılar gibi güçlü kuvvetli toplulukların bu topraklarda devlet kurmuş olduklarını ve onlarla savaşmadan bu topraklara yerleşmenin mümkün olamayacağını gördü. Fakat kavmine bu durumu anlatıp oraya girdiklerinde galip geleceklerini ve bu konuda Allah’a güven duymalarını söylediğinde, onlar Hz. Mûsâ’ya itiraz ettiler ve “onlar uzaklaşmadıkça biz kesinlikle oraya girmeyeceğiz; ama eğer oradan uzaklaşırlarsa o zaman gireriz[9] karşılığını vererek düşmanlarıyla savaşmayacaklarını söylediler.

Anlaşılıyor ki; önceleri Mısır’da itibarlı bir hayat yaşamakla birlikte daha sonra yıllarca hatta asırlarca Mısır yöneticileri tarafından köle muamelesi gördükleri için İsrâiloğulları’nın şahsiyetleri zedelenmiş, dinî ve millî kimlikleri zayıflamış olduğundan bu cihadın önemini kavrayamamışlardı. Fakat iş burada kalmamış Allah’ın kendilerine bahşettiğini bunca nimete karşılık bu topluluk nankörlüğünü sürdürerek ve Hz. Mûsâ’nın emrini hiçe sayarak –biraz da alaycı bir dille– ona şu sözleri söyleme ciddiyetsizliğini/kaypaklığını göstermişlerdir: “Ey Mûsâ! Ötekiler orada oldukça biz o [topraklar]a asla girmeyeceğiz. O halde sen ve Rabbin gidin ve birlikte savaşın! Biz burada kalacağız![10]

Kavminin Filistin’e girmemek için direnmesi karşısında hiçbir şeyin yapılamayacağını gören Hz. Mûsâ büyük bir üzüntüsü içerisinde yoldan çıkmış kavmini Allah’a havale etmekten başka bir çare bulamamıştır. Bu gelişmeler üzerine Allah da bu ciddiyetsiz kavmi cezâlandırmış ve Hz. Mûsâ’yı teskin ederek ona şöyle seslenmiştir: “Öyleyse, bu [topraklar] onlara kırk yıl boyunca yasaklanmıştır, bu süre içinde yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşsınlar; sen artık bu sapkın halk için kendini üzme![11]

Dinde haddi aşarak, dini karmaşık hâle getirmek, görüldüğü gibi İsrailoğulları’nın Yahudileşenlerinin bir doymazlık psikozudur. Kur’ân bu aşırılık ve azgınlık davranışını “Ğulüvv” kavramıyla bize anlatmakta “haktan sapma ve subjektif dürtülere uyma” olarak tanımlamaktadır.[12] Yine Kur’ân, aşırılıktan uzaklığı mutluluğun ve huzurun esası olan dengenin temel noktası olarak görmektedir. Çünkü aşırılık dini amacından saptırır ve Allah’ın koymadığı hükümlerin koyulmasına, yasaklamadığı şeylerin yasaklanmasına yol açar. Ama ne var ki; bu Yahudileşme sürecinden Müslümanlar da kendilerine düşen payı almışlardır ve özellikle de ibâdet fıkhındaki detaylandırma birçok insânı gereksiz yerde zora sokacak ve dinden soğutacak boyutlara varmıştır. Başka bir ifâde ile birçok İslâm hukukçusu, kendi sübjektif kıyas yöntemleriyle insânların dinî yükümlülüklerini gereksiz yere genişletmişler, böylece, Kur’ân’ın apaçık dilinin sona erdirdiği güçlüklere ve karmaşıklıklara yeniden hayatiyet kazandırmışlardır.

Kur’ân bu konuda iman edenleri şöyle uyarmaktadır: “Siz ey imana ermiş olanlar! [Kesin hukukî kurallar şeklinde] açıklandığı takdirde sizi sıkıntıya sokabilecek olan konular hakkında soru sormayın; zira, Kur’ân vahyedilirken onlar hakkında soru sorsaydınız, size [hukukî kurallar şeklinde] açıklanabilirlerdi. Allah, bu konuda [sizi her türlü yükümlülükten] azad etmiştir: Zira Allah, çok bağışlayıcıdır, halîmdir. Sizden önceki insanlar da böyle sorular sormuş ve sonuçta hakikati inkâra varmışlardı.[13] Hz. Peygamber de bu âyete açıklık getirme noktasında şöyle söylemiştir: “Değinmeden bıraktığım konular hakkında bana soru sormayın; nitekim sizden önce, peygamberlerine çok soru sordukları ve sonra da onların öğretileri üzerinde anlaşmazlığa düştükleri için helâk olmaya kadar giden toplumlar vardır. O halde, size herhangi bir şeyi emredersem onu gücünüzün yettiği kadar yapın ve size bir şeyi de yasaklarsam ondan uzak durun.

Son söz: Müslümanlardan bazıları, kendilerine bildirilen dinin yükümlülüklerini âdeta yetersiz bularak daha fazla yükümlülük isteyen “detaycı” bir tavır içine girdiklerinde, bilsinler ki; geçmişte Yahudileşenlerin ve Hristiyanlaşanların düşmüş oldukları hatalara onlar da düşmek üzeredirler veyâ düşmüşlerdir. Allah’ın dininde eksik/boşluk yoktur; eğer Allah, bazı konuları değinmeden bırakmak sûretiyle onları insânların ihtiyârına terk etmişse, bu insânların kendi vicdanları ve toplumun menfaatleri doğrultusunda hareket etmelerine imkân vermek içindir.

NECMETTİN ŞAHİNLER 

MİRATHABER.COM -YOUTUBE- 

YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ 

[1] Bakara/185 “…yurîdullâhu bikumul yusra ve lâ yurîdu bikumul usra …

[2] Bakara/286  “Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ…

[3] En’âm/114  “E fe gayrallâhi ebtegî hakemen ve huvellezî enzele ileykumul kitâbe mufassala(mufassalan)

[4]Bu âyette anlatılan “inek kesme” kıssası, hemen hemen kesin bir şekilde, çözümlenmemiş bazı öldürme olaylarında bir inek kurban edilmesini ve öldürme olayına en yakın köy veya kasaba yaşlılarının ellerini kurban edilen inek üzerinde yıkayıp “bu kanı ne ellerimiz döktü, ne de gözlerimiz onu gördü” diye beyanda bulunmalarını emreden Hz. Mûsâ’nın yasasına işâret eder. Bu yolla toplum, müşterek sorumluluktan muaf kılınmış oluyordu. Bu Tevrat kuralının detayı için bkz. Tesniye xxi, 1-9.

[5] Bakara/67

[6] Bakara/68-70

[7] Bakara/71

[8] Mâide/25 “Kâle rabbi innî lâ emliku illâ nefsî ve ahî fefruk beynenâ ve beynel kavmil fâsikîn(fâsikîne).

[9] Mâide/22   “Kâlû yâ mûsâ inne fîhâ kavmen cebbârîn(cebbârîne), ve innâ len nedhulehâ hattâ yahrucû minhâ, fe in yahrucû minhâ fe innâ dâhılûn(dâhılûne).

[10] Mâide/24  “Kâlû yâ mûsâ innâ len nedhulehâ ebeden mâ dâmû fîhâ fezheb ente ve rabbuke fe kâtilâ innâ hâhunâ kâıdûn(kâıdûne).

[11] Mâide/26   “Kâle fe innehâ muharremetun aleyhim erbaîne senet(seneten), yetîhûne fîl ardı fe lâ te’se alel kavmil fâsikîn(fâsikîne)

[12] Mâide/77

[13] Mâide/101-102

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar
  1. Elif özyelkenci dedi ki:

    Geçmişin örneklerinden geleceğimize tutulan güzel bir fener .