Dini söylemler arkalarında buldukları iktidar gücünden bağımsız olarak kendilerinde içkin bir gücü daima hissettirirler. Bu, dinin en nihayetinde dayandığı “aşkın” yapısından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla dini söylemin, yükleme yaptığı eşyanın gerçekliğine dair doğrulama gücü de oldukça yüksektir.
Doğrusu bugün için dini söylemin doğrulama gücü üzerine konuşulmasını anlamlı kılan şey; dindar denilen insanların gerçeklikten giderek kopuşları ya da uzaklaşmalarına rağmen, bir metafizikleştirme ile dini söylemin garantili galibiyetini kullanmaya devam etmektedirler. Fakat sorun şudur ki, bu metafizikleştirme gerçeklikle mesafenin artışı ile doğru orantılı olarak bir müddet sonra faş olacak ve iş göremez hale gelecektir. Şimdi teorik, tarihsel, sosyolojik örnekler üzerinden konuyu açımlayalım.
Dini olan eşyanın görünen yüzünün ötesinde boyutların, varlıkların olduğunu belirterek insanı sadece bu dünya ile sınırlayan anlayışlarla tezat konsepti içerisinde belirir. Modern paradigma ise fenomenler dünyasında kalarak eşyanın sadece görünen boyutlarına dikkat çekmektedir. Bu, aynı zamanda eşyaya dair gizemli boyutlar söylemini dışarıda bırakır ve salt insanın gözlem ve deneyine konu olan gerçekliklerle ilgilenir.
Fenomenler dünyası ve bilim elbette çıktılarıyla insan hayatında önemli bir bilgi birikimi sağlamıştır. Fakat eşyanın nasıllığına dair bu bilme türünün insan açısından eksik bıraktığı en önemli şey anlam eksikliğidir. Din ise tam bu noktada devreye girerek insan, dünya ve tabiata dair anlam ve ilişkilere dair yüklemeleri belirtmektedir. Böylece dinin yazmış olduğu hikaye insana bir bütünlük sunduğu gibi eşyanın görünen boyutunun ötesine geçme imkanı da vermektedir.
Öte yandan insanın yapısı ve niteliği de böyle bir arayış içinde görünmektedir. En başta insan dünyaya nereden geldiği, niçin burada bulunduğu ve ölümden sonrası için makul bir hikaye arzu etmektedir. Diğer yandan onun sınırlı ve sonlu yapısı sınırsız ve kudretli bir varlığa bağlanma zaruretini hissettirmektedir. Zira hayatı boyunca insan ile dünya arasındaki boşluk hiçbir şekilde kapatılamayacağı için “aşkın”a olan başvuru neredeyse kaçınılmazdır. Bu durum son kertede “aşkın”la bağlantılı tüm söylemlere, dünya ile sınırlı ve nasıllığa hizmet eden söylemler karşısında bir doğrulama gücü vermektedir.
Fakat metafizik ile gerçeklik arasındaki ilişkinin dozu ve dengesi önemlidir. Hz. Peygamber (SAV)’e vahiy gelmeden önce Mekke toplumunda pagan kültürün yapmış olduğu metafizikleştirme, insanların gündelik hayatının dengesini bozacak düzeyde gerçeklikten kopmaya başlamıştı. Hz. Peygamber bir yandan vahyi gerçekliğin içinde açımlarken, diğer yandan gerçekliği vahiyle irtibatlamıştı. Bu başarı Hz. Peygamber’i hamasi söylemlerden uzak tuttuğu gibi, gerçeklikten kopuk bir metin olmadığından metafizikleştirme negatif bir söylem olarak görünmedi.
Modernliğin içinden çıktığı Ortaçağ ise bilindiği üzere kilise tahakkümü ile tebellür etmişti. Kilise kutsal kitabı temellük etmeyle gerçekleştirdiği metafizikleştirme sonucu, ister istemez modernlik de tabiatta gerçekliği aramaya başlamıştır. Buradan ciddi bir edebiyat ve çıktı üretilmiştir.
Tarihin bu anında müslümanların her bakımdan gerçeklikten kopuşları hızlanmaktadır. Bu noktayı fark ettikçe metafizik söylemlere tüm alanları kapsayacak derecede daha fazla sarılmaktadırlar. Halbuki metafizikleşmenin tüm alanları temellükü, insan hayatını kilitleme anlamına gelmektedir. Böyle bir durumda insanların tamamen “dünyeviliğe” odaklanmaları kaçınılmaz görünmektedir. İnsanlar bu “doğrulama gücü” sebebiyle belki metafizikleştirme karşısında suskun kalabilir; fakat bu her şeyin yolunda gittiğinin bir göstergesi değildir.
Prof. Dr. Mustafa TEKİN