islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,5077
EURO
36,4331
ALTIN
2.962,75
BIST
9.144,47
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Cuma Yağmurlu
18°C
Cumartesi Az Bulutlu
9°C
Pazar Az Bulutlu
10°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
11°C

DİNİ YORUMLARIN DEĞERİ SORUNU VE İMAM MATURİDÎ

DİNİ YORUMLARIN DEĞERİ SORUNU VE İMAM MATURİDÎ
10 Aralık 2022 10:44
A+
A-

Her çağın  kendine özgü sosyal, kültürel, siyasî, iktisadî ve dinî sorunları olmuştur.  Bu sorunlardan her biri, diğerlerini de etkilemiş ve karmaşık bir ortamın  oluşmasına zemin  hazırlamıştır.  Dolayısıyla her   mezhep veya grup  böyle bir ortamda , kendi dinî yorumlarını ve  düşüncelerini  Aristo mantığının da  etkisiyle tek doğru  kabul edip, diğer  mezheplerin  ve grupların  yorumlarını ve düşüncelerini kıyasıya eleştirmiş  ve   bu eleştirilerin de toplumsal  hayata  farklı  yansımaları olmuştur. Mesela Hanefî Mezhebi’ne mensup bir genç, Şafiî mezhebine mensup bir kıza talip olduğunda, kızın babası ona Şafiî Mezhebi’ne girmesini şart koşmuş, o da kabul etmiştir. Bu durum el-Cüzcanî (ö.200/816)’ye sorulduğunda, onun “Nikahı câiz olur, ancak o gencin ölürken imansız gitmesinden korkarım”[1] dediği nakledilir.  Mutezîle, Havariç, Haşviyye  ve bazı  selefi mensupları ise daha da ileri giderek  imanın terimsel tanımı (tasdik, ikrar ve amel) üzerinden kendileri gibi düşünmeyen ve yaşamayan Müslümanları  tekfir edebilmişlerdir. Bu anlayışların Maturidî’nin  yaşadığı dönemde de devam ettiği  bilinmektedir. Nitekim  Mezhepler Tarihi uzmanı, değerli  hocam Prof. Dr. Muhammed Tancî, bu konuya  şöyle temas etmektedir:

“Mâturîdî’nin yaşadığı devirde İslâm dünyasında merkezi otoriteyi temsil eden Abbasî devleti, artık eski gücünü kaybetmiş ve bu yüzden birçok İslâm devleti ortaya çıkmıştır. Halife Me’mun’un (ö. 218/833) hima­yesinde Mu’tezile mezhebi, Abbasîlerin resmî devlet görüşü olarak halka zorla kabul ettirilmeye çalışılmış, fakat bunun ardından halife Mütevekkil (ö. 247/861) zamanında tekrar ehl-i sünnet itikadına dönülmüştür. Bununla beraber, fikrî ortam, tam anlamıyla berraklaşmamış ve durulmamıştır. İtikadî yönden fikrî orta­mı berraklaştırmaya ve durultmaya çalışan İslâm âlimleri, bu dönemde yoğun faaliyetlerde bulunmuşlar­dır. Bunların başında Ebu’l-Hasen el-Eş’ârî (ö.324/935) ve Ebû Mansur el-Mâtürîdî (ö.333/944) bu­lunmaktadır. Bunlar, Sünnî akideyi müdafaa eden iki mümtaz şahsiyet olarak karşımıza çıkarlar”.[2]                  

Böyle bir ortamda  ömrünü  “Kur’an’ı anlama” ya hasretmiş bir bilim insanı olarak İmam Maturidî’nin çağındaki  bu ve benzeri  sorunlara bigane kalması ve  çözüm  üretmemesi  söz konusu olamazdı. Zira onun ilmî  kişiliği ve vicdanî sorumluluğu, söz konusu dinî  meselelere Kur’an perspektifinden bakıp düşünce üretmeyi ve çözüm önerilerinde bulunmayı  gerektiriyordu.  Nitekim o da bunun gereğini  yerine getirmiş ve   yapılan  Kur’an yorumlarını  sahabe ve fukaha ayırımı ile çözmek istemiştir.  Maturidî’ye  gelinceye  kadar Kur’an yorumlarının, tefsir ve te’vil olarak isimlendirildiği; nitekim Hz. Aişe’nin “Rasulullah Kur’ân’ı te’vîl ediyordu[3]; Hz. Peygamber’in de Hz. Ali’ye, “Ben bu ayeti sana tefsir edeceğim, ya Ali![4] dediği, dolayısıyla  Kur’an yorumlarını tanımlamada bir ayırıma gidilmediği ve bu  anlayışın  tenzil sonrası dönemlerde de devam ettiği  bilinmektedir.  Ancak bu  anlayışın, Maturidî ile birlikte  değiştiği; onun  Kur’an  yorumlarını tefsir ile te’vil  olarak  ayırdığı, bu ayırımı da “tefsir sahabe içindir, te’vil ise fukaha içindir” sözüyle  ifade ettiği görülmektedir.  Ona göre  bu sözün  anlamı şudur: Sahabe olaylara bizzat şahit olmuş ve Kur’ân’ın nüzul sebeplerini yaşayarak öğrenmiştir. Bizzat gözleriyle gördükleri ve olaya şahit oldukları için, onların  yorumu/tefsiri çok önemlidir. Çünkü bu tefsir, murat edilen şeyin kendisidir. Bu durum, ancak bilen bir kişiden işitilen veya bizzat müşahede edilen şey gibidir.   Mâtürîdî’  bunu da şöyle açıklar:

Te’vîl, işin sonunu beyan etmektir. Bu kelime dönmek anlamındaki âle-yeûlu kökünden türetilmiştir. Anlamı sözün muhtemel olduğu manalardan birisine yöneltilmesidir. Tefsirdeki zorluk te’vîlde mevcut değildir. Zira te’vîlde Allah’ı şahit gösterme yoktur. Çünkü bir yorumcu, bu tür yorumlarıyla (te’villeriyle) kastedilen şeyden haber vermekte ve ‘Allah bu yorumla bu maksadı kastetmiş veya murad etmiş’ dememektedir. Buna karşılık ‘bu ayet şu anlamlara gelmekte ve bu anlamlardan biriyle yorumlanabilir’ demektedir.

Bu, insanların kendi aralarında tabii olarak konuştukları ve ‘Allah hikmetinden dolayı en doğrusunu bilir’ dedikleri şeylerdir. Mesela, tefsirciler (ehlu’t-tefsîr), elhamdulillâh lafzı üzerinde görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bir kısmı, ‘Allah kendi nefsine hamdetti’ derken, diğer bir kısmı da ‘Allah kendisine hamt edilmesini emretti’ demektedirler. Her kim ki, bu iki yönden birini tercih eder ve ‘kastedilen budur’ derse, o kişi müfessirdir. Te’vîl ise, bir müfessirin ‘Hamd, Allah’ı öven ve metheden bir kelime olduğu gibi, O’na şükretmeyi de emreden bir kelimedir ve Allah bununla neyi kastettiğini daha iyi bilir’ demesidir. Sonuç olarak tefsîr, tek bir açıklama veya anlam yönüne sahip, te’vîl ise birçok yönlere sahiptir.[5]

Görüldüğü üzere tefsir ve te’vil kav­ramlarına getirdiği  bu terimsel ayırım ile Mâturidî,  Kur’an yorumlarını  değer  açısından  ele almakta, tefsirin  sadece  Hz. Peygamber ve ashabına, te’vilin ise  fukahaya  ait olduğunu/olabileceğini  ifade etmektedir.  Daha açık bir ifade ile o, Hz. Peygamber ve asha­bının yaptığı açıklamalara  tefsir, ulemanın yaptıkları  yorumlara ise  te’vil  demektedir.   Dolayısıyla  te’vil,  değer açısından  tefsir gibi değildir. Çünkü te’vilde   ihtimalli yorumlar  söz konusudur, tefsirde ise  böyle bir durum söz konusu değildir.[6] Bu nedenledir ki  Maturidî, yaptığı  Kur’an yorumuna,  tefsir adını değil de  Te’vîlâtu’l Kur’ân”adını  vermiştir.    Bu  kitabın  bir diğer adı da “Te’vîlâtu Ehli’s-Sünne” dir.

Maturidî’nin   tefsir ve te’vile yaptığı  bu tanımla – ki  bu tanımda  bazı sorunlu  noktalar    söz konusu olsa da-  dinî düşüncelere ve yorumlara dayalı  tefrikayı  önlemeyi; mevcut problemleri kısmen de olsa çözmeyi,  ümmetin birlik ve beraberliğini,  sahabenin Kur’an yorumunda ve buna bağlı yaşanmış İslam’da aramayı  amaçladığı anlaşılmaktadır.  Zira  nüzul ortamında  yaşayan ve nüzul sebeplerine  vakıf  olan  bir  nesil,– bazı yanlış anlamalar olsa da- ; nüzul  ortamında yaşamamış ve  nüzul sebeplerini yaşayarak değil de işiterek öğrenmiş bir  nesle göre   ayetlerin amacını ve   ne demek istediğini daha doğru anlama imkanına sahiptir. Bununla birlikte, sahabenin   Resulullah’tan yaptığı rivayetlerin yanında kendi görüşlerini de zikretmesi, birçok konuda farklı görüşlere ve anlayışlara sahip olmaları, sahabe tarafından yapılmış Kur’an’ın tamamını kapsayan bir  tefsirin bulunmayışı, yorum yapan sahabe sayısının ( 150 civarında) çok az oluşu, daha da önemlisi tefsir tanımını  anlama faaliyeti üzerinden değil de şahıslar  üzerinden  yapılması, bu tefsir tanımının zaaf noktalarını oluşturmaktadır.  Ancak   tefsirin bu tanımında  bazı  zaaf  noktaları olsa  da, dinî yorumları ve görüşleri  değerlendirmede  Maturidî’nin  bu kriteri önemli bir role sahiptir.  Zira bu kriteriyle Maturidî, Kur’an yorumcularına adeta şöyle seslenmektedir:  Sizin  yorumlarınız ve görüşleriniz de, benim yorumlarım ve görüşlerim de  tefsir  kategorisine  dahil  değil, te’vil kategorisine dahildir, dolayısıyla   Kur’an’ı sahabenin anladığı gibi anlamamış/ anlayamamış olabiliriz.  Bu nedenle kişisel görüşlerimizi ve yorumlarımızı,  tefsir gibi değerlendirmememiz ve “benim anladığım tek doğru” diyerek tefrikaya  sebep olmamamız gerekir.  Bu anlayış, Hz. Peygamber’in  Muzaz b. Cebel’i  Yemen’e  gönderirken aralarında geçen mükalemede  yer alan Kur’an, sünnet ve içtihad sıralamasındaki  bilgi hiyerarşisine  uygun düşmekte ve bize de  bir mesaj  niteliği taşımaktadır. Zira günümüzde de  bu ve buna  benzer kategorik düşüncelerin ve “mutlak doğru”cu anlayışların tefrikayı körüklediği bilinmekte, hatta teşvik  ettiği  görülmektedir.  Bu nedenle yapılan dinî yorumların ve üretilen düşüncelerin, bir de  bu açıdan  değerlendirilmesinde yayar  bulunmaktadır.

Prof. Dr. Celal Kırca

[1] .Muammer Erbaş, Evlenme ve Boşanma Örneğinde Dinî Ahkamın Kur’an ve Sünnet Işığında Güncellenmesi, İzmir,2014, s.73-74,( İbn Abidin, Reddü’l Muhtar, 3/ 190’dan naklen)

[2] Muhammed b. Muhammed b. Tâvit et-Tancî, “Gazali’ye Göre Kur’ân’ın Tefsi­ri”, Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi, Ankara, 1962, s. 14. Ayrıca bkz. Tancî, İslâm Mezhepleri Tarihi Ders Notu, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü, İstanbul  1970, s. 12.

[3]  Buhârî, Sahih, Kitabu’t Tefsir, 110.

[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, İstanbul 1982, I/85.

[5] Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vilâtu’l Kur’ân, Kayseri Raşid Efendi Kütüphanesi, No: 47, v. 1b.

[6] Geniş bilgi için bkz. Talip Özdeş, Mâturîdî’nin Tefsir Anlayışı, İstanbul 2003, s.89-93.

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar
  1. Mürsel Gündoğdu dedi ki:

    Dini konularda düşünebilmenin, fikir yürütebilmenin ve farklı bakış açısı zenginliğine ulaşabilmenin önünü açan ve insanları buna teşvik eden İmam Maturidi’nin tefsir/te’vil yaklaşımına dair güzel bir yazı ve yorum okudum. Kaleminize ve ilminize bereket hocam.