Dinler Tarihi sadece din olgusu ve dinlerin tarihsel gelişimlerini ele almaz aynı zamanda kutsala ait tüm olguların (fenomenlerin) de mukayeseli bir şekilde ele alınmasını önemser. Disipline göre şehirler, sadece insanlar, sokaklar ve binalardan oluşan medeniyet alanları değildir. Aksine şehirler, aynı zamanda jeo-teolojik, teo-politik yönleri olan, ilim, eğitim ve kültüre ev sahipliği yapan ve aynı zamanda ticaretin de kalbinin attığı yerlerdir.
İnsanlığın kalbindeki Kudüs-ü Şerif veya tüm insanlığın “barışın şehri” diye bildiği Yeruşalim, (İngilizce Jerusalem), antik çağlardan günümüze kadar çok boyutlu anlamlarıyla bu özelliklere sahip nadir şehirlerden biridir. Kuruluşu itibariyle erken dönem Bronz çağına (yaklaşık M.Ö. 3150- M.Ö. 2900) dayanan ve kadim dünyada putperest Kenanlılara ait sıradan ve sönük bir şehir idi. İsrail oğullarına ait peygamberlerden Yuşa zamanında alınması için çaba gösterilen (Yuşa, 10/1-4; 14/1-24) ama başarılı olunamayan Kudüs, önceleri Yebusiler adındaki bir kavmin elinde bulunuyordu. Bundan dolayı şehre Yebus adı da verilmekteydi.
İsrailoğullarının inanç tarihinde peygamberleriyle hareket ettikleri ilk dönemlerde bilhassa Hz. Musa’dan sonra onlarca sene sonra ve türlü eğitimlerden ve sınamalardan geçtikten sonra yabancı bir şehre girmek kavme ancak nasip olmuştu. Bu süreç bile çetin geçecekti. Kur’an’ın da haber verdiği ve Allah’tan kral istedikleri Samuel peygamber zamanında Allah’ta onlara ilk kral olarak Talut’u hibe etmişti. Ancak Talut’un ölümünden sonra savaşçı peygamber Hz. Davud (a.s.), kral olmuş ve ilk icraat olarak Kuzey ve Güney İsrail oğullarına mensup kabilelerini toparlamayı başararak topyekün bir şekilde Kudüs’ü putperestlerin elinden kurtarmış; Ahit Sandığını içindeki Tevrat ile birlikte bu şehre nakletmiş (mesela 2. Samuel, 6. bab: I. Krallar, 6- 8. bablar) ve şehri, krallığının politik ve dini başkenti yapmıştı.
Yahudi geleneğine göre şehre Yeruşalim adını veren Hz. Davud olmuştur. Bu şehrin kuzey ve güney İsrail kabilelerinin tam ortasında bulunması, Yahudi halkı için önemli bir coğrafi konumlama idi. Şehir aynı zamanda savunma açısından da elverişli bir mevkide bulunuyordu. Zira şehrin doğu ve batı yakaları derin iki vadi tarafından kuşatılmaktaydı ve bu Kudüs’e yönelik istila girişimlerini engelliyordu.Hz. Davud, şehirde önceleri Yebusilerin kalesi olarak kullanılan ve şehrin en yüksek tepesini oluşturan Zion adlı yeri kraliyet sarayı olarak inşa ettirmiş, Ahit Sandığı’nı şehre getirerek bu sandığın içindeki ilahi gizemli varlık olan Sekine’yi barındıran Kudüs’ü dini açıdan da ulusun başkenti yapmıştı. Hz. Davud, Ahit Sandığı’nı İsrail’in ibadet ettiği, toplanma çadırının içine koymasına rağmen toprak ve kral sahibi olan kavme bir tapınak inşa etme düşüncesindeydi.Yahudi kaynaklarına göre devrin peygamberi Nathan’ın vahyiyle Tanrı’nın bu tapınağı inşa etmesini istemediğini öğrenen Hz. Davud, bu fikirden vazgeçer (I. Tarihler, 17. bab.). Tapınak inşa etmek oğlu Hz. Süleyman’a (a.s.) nasip olacaktır.
Yahudilere göre Tanrı Kudüs’ü, ebedi mekanı olarak seçmiştir. Tanrı şehri olarak bu yer, krallar döneminde idari merkez olmasını bu ilahi tercihe borçlu olmuştur. Nitekim gittikçe imparatorluğun politik ve ekonomik merkezi haline gelen Kudüs’ün önemi, Hz. Süleyman (a.s.) ve sonraki dönemlerde de artmıştı. Bilhassa Pagan dönemden kalma kenan mabetleri şehri kuşatmasına rağmen Hz. Süleyman, babasının rüyasını gerçekleştirmiş ve Süleyman Mabedi diye bilinen tapınağı ve saray kompleksini inşa etmişti. İsrail’in kutsal şehri haline getirilen Kudüs, Yahudi kutsal metinlerinin Krallar kitabında da anlatıldığı üzere bütün ritüellerin kıblesi haline dönüştü.
Süleyman Mabedi veya Beyt Ha Mikdaş, Rabbani geleneğin idaresinde gittikçe sıradan insanların girişinin sınırlandırıldığı iç avluları olan bu avluların tam ortasında oldukça süslü küp şeklinde küçük bir tapınağın bulunduğu yerdi. Bu küçük tapınağın dışında muhteşem bir sunak bulunuyorken içinde ise Kutsalların Kutsalı denilen bir iç oda bu oda da ise Musa Şeriati’ne ait tabletler ile İsrailoğullarının Mısır’dan ve Sina çölünden getirmiş olduğu hatıratın bulunduğu Kutsal Ahit Sandığı yerleştirilmişti. Bu tapınak, Yahudileri tapınak merkezli bir millete dönüştüren ve Harun peygamberin soyundan gelen rahipler ve Levili mabet hizmetçilerinin sevk idaresinde Musa’ya Sina’da verilen tüm kült faaliyetlerini icrada anahtar rol üsteniyordu. M.Ö. 922 yılında Hz Süleyman ölünce İbrani krallığı M.Ö. 930 yılında resmen ikiye bölünmüştü. Yahuda (Judah) ve Bünyamin (Benjamin) adlı güney kabileleri Kudüs’ü başkentleri olarak kabul etmişler, şehir politik açıdan ayrılmış olmasına karşın, kuzey kabileleri tarafından da ibadet için gelinen kutsal şehir olma özelliğini sürdürmüştü. Yahuda kralları nöbetleşe olarak pagan tesirleri benimsemiş ve sözde monoteist yapmışlar bu tavırlar ise Kudüs’ün her açıdan düşüşünü ve tahribini hızlandırmıştı.
Kudüs’ü tahrip edici pagan güçler ile onların İsrail içindeki işbirlikçileri, Kudüs’teki monoteist geleneği ortadan kaldırmayı hedeflemişlerdi. Bu güçler, Davud ve Süleyman peygamberlerin fethedip inşa ettikleri Kudüs’ü kendilerine rakip görüp ona düşmanlık edenlerin yaklaşımını yansıtmaktadır. Sözgelimi M.Ö. 722 yılında kuzeydeki kabilelerin bulunduğu İsrail krallığı Asurlular tarafından yıkılınca Güney Krallığı Kudüs’ün başkentliğinde varlığını bir müddet daha sürdürmüştü. Babil krallığı, M.Ö. 597 yılında şehri almış, liderlerini ve üst tabakadakileri sürgüne gönderip kukla bir kral tayin etmişlerdir. Ancak, bu kral da isyan edince Babililer Buhtunnasr idaresinde geri dönerek M.Ö. 587’de Yahuda tamamen yıkmışve halkı Babil’e tutsak ve köle olarak götürmüştür. Yeremya 51. Bab’ta anlatılan kıssaya göre Babil Kralı Buhtunnasr, Kudüs’ü talan ve tahrip edip bütün şehirle birlikte Sarayı, Süleyman Mabedi’ni (Beyt ha-Mikdaş) tüm kurumsal kimliğiyle ve fiziksel görünümüyle ortadan kaldırmış şehir yaklaşık seksen sene her türlü teolojik, ekonomik ve kültürel önemden tecrit edilmişti.
Yaklaşık yarım asır sonra (M.Ö. 537) Babil esaretinden kurtulan ve Filistin topraklarına geri dönmelerine izin verilen Yahudiler, ruhbanların öncülüğünde Süleyman Mabedi’ni yeniden inşa etmişlerdir. Ancak M.S. 67’de henüz yapılanması tamamlanan bu mabed, sadece üç yıl sonra M.S. 70 yılındaki Yahudi isyanı sonucu Romalı Titus ve ordusu tarafından yakılıp yıkılmaktan kurtulamamıştır. Bu tarihten sonra Kudüs’ün İsrail kimliği tamamen silinmiştir. Yahudiler zorunlu olarak diaspora kültürüyle tanışmak zorunda kaldılar. Tanrı ile sürekli yürüdüğünü iddia ettikleri ve kendilerini “İnsanların Işığı” (Lumen Gentium) gören bu kavim, tahrip ve tahrif edici pagan güçler tarafından Tanrı’nın evinden ve Davud’un görkemli şehrinden uzaklaştırıldı. Günümüzde bu ikinci mabetten ve geleneğin inşa ettiği şehirden kalıntı bile kalmamıştır.
Prof. Dr. Mustafa ALICI
YAZARIN DİĞER YAZILARINI OKUMAK İÇİN LÜTFEN BURAYA TIKLAYINIZ