Özellikle günümüzde müslümanlar özeleştiri ile kendilerini muhasebeye tabi tutma zorundadırlar; Ancak hangi şartlar çerçevesinde muhasebe yapmaları ve hangi önermelerle netice almaları gerektiğini bilmelidirler. Bunun için muhasebe şartları gerçekleşmiş olmalıdır. Fakat şartlar gerçekleşmeden muhasebeye tabi tutup sorgulamak âdil bir davranış değildir.
Muhasebe yapıp sorgulamak için kıstasları yerli yerine yerleştirmek esastır. Canlı varlıklar arasında en zor ve en uzun süre eğitilen varlık insandır. Bu çok önemli görevi kimin yapacağı da çok önemlidir. Osmanlı Devletinin son dönemlerinde bütün değerlerimiz korkunç bir erozyona maruz kaldı. Cephelerde yaşanan çaresiz çöküşler, eğitimi ve ekonomiyi sarsıyordu. Moral değeler karaya oturmuştu. Her alanda, millet olarak ipin ucunu kaçırmıştık. Toplumun omurgasını oluşturan yetişmiş ehliyet ve liyakat sahibi insanlarımız cephelerde eritildi. Bu yüksek dozdaki sosyal depremler toplumun bütün temellerini sarstıkça sarstı.
Bu sosyal sarsıntılar yüksek değerlerimizi tarumar etti. Bir gecede bin yıllık medeniyetimiz bombardıman edildi. Yazı inkılabı ile cehalet kâbus gibi üzerimize çöktü. Başımıza çuval gibi geçirilen “laiklik” bizi, manevî değerlerimizden mahrum etti. Kalbi şehadet aşkı ile dolmuş, helal lokma ile beslenmiş manevi bünyemiz hastalığa yakalandı.
Şimdi bu pozisyonda insanlarımız, hangi sisteme göre muhasebe yapıp kendilerini sorgulayacaklardır? Düşünelim. Bu kadar sağlıksız şartlar ortamında muhasebe yapacak insandan pozitif bir netice verip vermeyeceği kriterini yapalım. Devlet bunun baş sorumlusu olarak, toplumunu, sürekli uyanık tutmalı idi ve ısrarla öz değerlerinin eğitimini yapmalıydı. Devlet, toplumun her probleminin ve her işinin baş sorumlusudur. Onun için devlet objektif, ilkeli, âdil ve kararlı olma zorundaydı. Toplumda, tutacak maya tercihini doğru yapmalıydı.
İşte tam burada meseleler kördüğüm oluyor. “Tavuk mu yumurtadan, yoksa yumurta mı tavuktan”? Genç nesilleri ebeveyin mi yetiştirecek, yoksa devlet mi? Aslında insan eğitiminden birinci derecede ebeveyni sorumludur. Evet, çocuklarının eğitiminden birinci derecede ebeveyin sorumludur da hangi ebeveyin diye bir problem karşımıza dikiliyor. Aile sorumluluğunu algılamamış ebeveyin hangi sistemle evlat yetiştireceğini bilmiyor, çünkü kendi yetiştirilmedi. Halk arasında kalan gelenekler de dejenere oldu.
Manevî değerlerden mahrum yetişişmiş insanlar ne yapacaklarını zaten bilmiyorlardı. Üstelik Cumhuriyetin ilk yıllarından Demokrat parti iktidarına kadar devlet halkına ceberrut yüzünü gösteriyor ve bütün maddi ve manevi alanlarda baskı uyguluyordu. Devlet dayattı, millet direndi. Bin dokuz yüz altmışta yirmi yedi mayıs ihtilali ile birlik bağları çözüldü, toplumun düzeni bozuldu, nice yetimin boynu büküldü. Artık yetim bir milletin çocuklarına verecek değer adına pek bir şeyleri kalmamıştı. Tabii onlar ihmal ve ihanetler yüzünden yetişme imkânı bulamadılar. Mana ikliminden uzaklaştırıldılar ve madde kalıpları ile prangaya mahkûm edildiler. Böylesi bir uygulama insanlık tarihinde görülmedi.
Bunlar yetmezmiş gibi toplumun seçkin âlimleri şapka yüzünden idam edildi. Kimileri sindirildi, kalanlarını da ecel alıp götürdü. Yerleri doldurulmadı. Sonraları okuyanların kimi çığırtkan, kimi bezirgân, kimi maslahatçı, kimi tarikatçı, kimi bid’atçı, kimi akademisyen ve kimi de uzletçi oldu. İlmin gereği üzere cihad ruhu ile yanıp tutuşan ilim adamları da kenara köşeye atıldı Fakat âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’nın emir ve hükümlerini sünneti seniyye ruhu ile veren âlim yetişmedi. Bu yüzden okumuşlarımız arasında güven ve muhabbet bağları koptu. Kur’an’ın tevhid bütünlüğü çerçevesinde bir ümmet şuuru gelişmedi. Halkın tepkisi farklı bir tarzda gelişmeye başladı. Hocalarımızın birbirlerine uyguladıkları muamele, halkı hocalardan soğuttu. Artık, hocaları umursayan pek insan da kalmadı.
Kürsülerden öğüt veren vaizlerimiz, anlattıklarından kendileri habersiz, zaten anlattıkları ahenksiz. Akademisyenlerimiz teorilerini pratikleştirip topluma yansıtmıyorlar.
Evet, bütün bu şerait muvacehesinde doğru muhasebe yapmak elbette zordur. Amma imkânsız değildir. Yeter ki, biz; “Ey Rabbimiz! Biz, ‘Rabbinize iman edin, diye imana çağıran bir çağırıcı işittik, hemen iman ettik…” diyebilelim! Esselamu aleykum.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi