Medeniyet (civiltas), kelime olarak “şehirli medeni insan” üretme peşindeyken kültür (culture) ise daha mikro ölçekte “toprağı işleyen insan” gibi her şeyi kendisine mal etme sevdasındadır. Müslümanca bir kavram olan irfan ise insanın kendi derinliklerine indikçe Aziz Rabbini tanıyacağı garantisini vermektedir. Cemil Meriç’in ifadesiyle “bir milletin irfanı”, onun sahip olduğu tüm maddi ve manevi unsurları kuşatmaktadır.
Doğu medeniyetlerinde her şeyin veya unsuru Yin-Yang ilkesiyle izah ederek birlikteliği ve bütünlüğü tamamlanmayı bekleyen iki yarım anlam taşıdığına inanan kadim Çin kültürü, ruhu maddenin önünde gören Hindu inanç sistemleri öne çıkmaktadır. Bilhassa Hind alt kıtasında kişi, anası babası ölünce Ganj ırmağının kenarında onları odunların arasına koyup yakarken Avrupalı biri ise ölüyü takım elbiseli kravatlı bir erkeğe veya düğüne gidercesine süslü bir kadına dönüştürmektedir. Zira Hindu, bu dünya hayatını bir daha aynı döngüyü yaşamamak üzere eskittiği bedenden sıyrılıp Sonsuz Nirvana’ya katışan ruhsal yolculuk görürken, maddeyi öne çıkarıp ona hükmetmeyi arzulayan Yahudi, tikkun olam adını vererek insanlığın lehine yeryüzü krallığını inşa etmek hevesindedir. Yahudiyle aynı kökten beslenen ama ona klasik pagan kültürleri aşılayan Hıristiyan ise “bu dünyayı Sezar’a teslim edip Ruhani ve metafizik bir Göklerin Krallığına (İsa Mesih’in krallığına) kutsal hac yolculuğuna” çıkmaktadır.
Kadim Roma ve Atina gibi pagan ve politeist sütunlarla, Yahudi- Hıristiyan gibi monoteist bloklarla Aydınlanmacı deist –doğacı fikirlerle kendini inşa eden günümüz seküler Batı medeniyeti, duygularını güçlü ilahlarla dolu politeist Roma’dan, zihinsel düşüncesini parçalı spekülasyonlara esir olan Atina’dan, inancını geride Ağlama Duvarı’ndan başka hiçbir mukaddes emaneti kalmamış Kudüs’ten almışken ilmini onu saat gibi işleyen Kurtuba’dan alarak bin bir gece masallarının görkemini inşa ettiği Bağdat’tan kaçırmış, hak ve adaletle dolu cihan şümul ahlakı ise bizzat yaşayarak tecrübe ettiği İstanbul’a borçlu kalmıştır.
İnsanlığın medeniyet algılarında çoklu metafizik görüşlerin önemi çok büyüktür. Hint alt kıtası, aşırı şekilde ruha baskı yapıp ruhu önemseyerek bedeni yok sayarken bedenin ortadan kaldırılmasını ruhun özgürlüğü için şart koşar. Maddeye önem verilmez. Bedene ait her şey asgari şartlar altındadır; az konuşmak, az yemek, az uyumak veya az hareket etmek hatta mümkünse hareket etmemekten ruhani mükemmellik için şarttır.
Ruhsal (dairesel) tekrarlar için “hiçlik” önemsenir, Bu açıdan tüm alem bir tekerlek gibidir, sıfır rakamı en büyük semboldür o yüzden sıfır rakam olarak Hint alt kıtasına aittir ve hiçliğin sayısal değeri dehşet derecesinde hayatidir. İslam için bir kelimesinin rakamsal değerinden ziyade gramerik değeri önemli olup Allah’ın “Ferd ve “Ferid” oluşuna, eşsizliğine vurgu vardır. Sayısal değer ancak anti-tetik durumlarda mesela Hıristiyan teslis öğretisinin üçlü ilah anlayışına karşı geliştirilebilir.
Madde- Mana, Beden-Ruh ikiliğini uzlaştırıp dinginliğe erişmek için İslam’dan önce Mecusilik yoluyla, Zerdüşt eliyle, İran medeniyeti çok heveslendi. İran, coğrafi açıdan da müsait idi; Batısında maddeyi baskın tutarak Oluş ve Varlık spekülatif felsefelerine öğreten sitelere ayrışmış diyalektik ve/veya dikotomik politeist Yunan medeniyeti, Doğusunda Tek Ruh (Atman) düşüncesinde gark olmak isteyen sıfırlayıcı Hind ruhsal düşüncesi arasında sıkışan ZERDÜŞT İRAN, Hz. Peygamber (sav), öncesi insanlığı suh ve selamete kavuşturmak üzere her iki tarafı da sükûnete kavuşturmak istedi ama başaramadı. Hatta başaramamakla kalmadı yeni bir metafizik soruna da yol açarak ruh ve maddeyi dualizm şekline soktu ve ilahlaştırma sürecine girdi; Maddeye hakim olan unsur/ilke, Ehrimen kötüydü ama ruha hakim olan Ahura Mazda iyi idi ve En Üstün İyi Olan idi. İran için bununla da bitmedi; dünyaya maddeye kötümser olan bu felsefe zamanla yeni düşmanlar üretti.
Medeniyet ve kültürü “içererek aşabilen çok boyutlu “İslam irfanı” ise tüm canlı ve cansız mahlukatı sarmalayan, özelde tüm insanlığı Hak üzerinde buluşturan, ona götüren ana kavşak noktaları belirleyerek Hakka giden yolda uzlaştıran, kadim ve günümüz kültür ve medeniyetlerinin toparlayıcısı, aktarıcısı, ıslah edicisi, entegre edicisi ve sonunda onu “Hak’kın tezahürleri veya tecellileri” olarak izhar edicisi olup buna karşılık tüm sahtelik ve batıllıkların takipçisi, yok edicisi veya üstündeki ölü toprağı, zorla giydirilen maskeleri kazıyıp asli kimliği vererek onları “gerçek yerine” dönüştürücüsüdür. İslam irfanı, Müslümana mahiyet, şahsiyet ve kimlik verici, ilahi vahyin bakiyesi ve İslam düşünürlerinin tarihsel tecrübesinin bir hasılası olarak insanlığa ait medeniyet algılarındaki kapris, hasetlik ve düşmanca rekabetleri de gidermektedir. İrfan ile donanmış bir Müslümanın bulunduğu her yerde ve her zamanda noksan kalan bir nokta, bitirilmemiş bir iş, emanet alınmamış bir iyilik olamaz. Son olarak Rabbine Hak, dinine hakikat, yoluna dosdoğru diyebilen bir Müslümanın irfanı, aynı zamanda din ile dinamik ve hayati ilişkiler içinde olup çoğu kez dinle özdeş veya onun ayrılmaz bir parçası haline dönüşerek aklın istediği özgürleştirici, kalbin istediği sekine bahşedici, ruhun istediği dinginlik sağlayıcı unsurlara her daim haizdir.
Prof. Dr. Mustafa ALICI