Yıl 2011. O günlerde, tecavüzün önünü almak için tecavüzcü erkeklerin hadımlaştırılması ile ilgili yasa teklifinin TBMM’ye verildiği soğuk Şubat günleriydi. Bir fıkıh uzmanı olarak da o günlerde Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Fıkıh Profesörü olan Orhan Çeker hoca da bu konuda görüşünü açıkladı. Konuyla ilgili fikir beyan etmesi de bir İslam Hukukçusu olarak en doğal hakkı idi. Çünkü işin uzmanıydı.
“Eğer kadın tahrik edici davrandıysa, dekolte şekilde sokağa çıktı da erkek sarkıntılık ettiyse suç ortaktır. Bu konuda suçu işleyenleri savunduğum anlaşılmasın. Elbette işlenen suç son derece iğrençtir. Lakin bu suçun işlenmesinde dekolte ve tahrik edici kıyafetler giyinen kadının da etkisi küçümsenmeyecek kadar büyüktür. Bu konuda tabi ki erkek suçludur ama kadının da suçu göz ardı edilirse meseleyi çözümde yanlış adım atmış oluruz. Erkeklerin hadım edilmesi şeklinde bir ceza, Kur’an ve Peygamberin sünnetinde yoktur. Bunu önlemek için yaygın ahlak eğitiminin icra edilmesi, tacizi ve çıplaklığı özendiren görsel yayınların engellenmesi gerekir. Ayrıca cinayetin tasvip edilecek hiçbir tarafı da yoktur” diye konuştu.
Konuşmasına böyle konuştu da hemen bizim ezikler; laikleri, kemalistleri, sosyeteyi ve bilumum yarı çıplaklığı hayat tarzı edinenleri memnun etmek adına kolları sıvadı. Başta o günün Yök Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan ve o günün Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Süleyman Okudan olmak üzere bütün etkili ve yetkili kişiler, ali kıran baş kesen rolü üstlenerek; “Bu ne biçim hoca! İnceleme başlatın, o yetmezse soruşturma açın” tehditleriyle dolu medyanın linç kampanyasına katıldılar. Sonuç ne oldu? derseniz, hiçbir şey yapamadılar. Çünkü doğruyu söyleyene Allah sahip çıkar.
Bir taraftan genç doktorumuzun acısı yüreğimizde iken, diğer taraftan da randevulu hastaların hastaneye gidip de “Muayene yok, doktorlar grevde. Sadece acil servis çalışıyor” soğuk duşu ile karşılaşan hasta ve hasta yakınlarının ruh hallerini tahlil eden Konya Selçuklu ilçesi Kayalar Camii’nde görev yapan imam Ahmet Gür hoca, cemaate okuduğu hutbesinde “Dün hastanelerin hiçbir tanesi görev yapmadı. Bu doktorların daha fazla öldürülmesini getirir, tahriktir. Sen vardın hastaneden boş döndün. İğne yapılacak, oğlun ölecek elinde… Doktor da dedi ki; “Git bugün grevdeyiz.” Öldürmez misin sen? Dövmez misin?” demişti. Ahmet Gür hocanın sözleri iyi başlamış ama “Öldürmez misin sen? Dövmez misin?” şeklinde talihsiz bir ifadeyle bitmiştir. Spontane konuştuğu için sözün şehvetine kendini kaptırarak zühul eseri olarak söylemiş olacağını zannediyorum. Doktorlar, hasta ya da hasta yakınına ne kadar yanlış yaparlarsa yapsınlar bunun sonucu dayak ve öldürme asla olamaz. Doktoru, hasta hakları bağlamında ilgili bağlı kuruluşuna şikâyet edip onların gerekli işlemi yapması sağlanmalıdır. Medeniyet bunu gerektirir. Her yapılan yanlışın cezasını kişilerin kendileri verecek olurlarsa toplumda kargaşa çıkar, toplumsal terör olayları alır başını gider. Hiç kimse kendini devletin yerine koyamaz. Bu dünyada bütün kanalları kullandığı halde hakkını alamayanlar, Mahkeme-i Kübra’da haklarını tastamam alacaklardır. Hiç kimsenin yaptıkları yanına kâr olarak kalmaz. Son tahlilde Allah’ın zerre kadar şaşmayan adaleti ile herkes hakkını alacaktır. Onun için hasta yakınları da gerekli sebeplere başvurduktan, ilgililere müracaatını yaptıktan sonra tevekkül ehli olmalıdır. Kırıp dökme, öldürme, dünyalarını da ahiretlerini de mahveder, haklı iken haksız duruma düşerler.
Olaya doktorların tutumu noktasından baktığımızda, bir doktor babası olarak diyorum ki, hastalar doktorlarımızın veli nimetidir. Onlara kibar ve güler yüzle davranmalıdır. Şikâyetlerini sonuna kadar dinlemelidir. Laflarını tamamlamadan boğazlarına tıkamamalıdır. Beş yıl görev yaptığım Avrupa’daki doktorlar, bir arkadaş gibi dediklerinizi dinliyor, gerekirse espri yapıyor ve tedavi ile ilgili süreçleri anlatıyor. Elin gâvuru bu kadar insanca davranırken bizim doktorlarımızın bir takım havalar içinde olması, inancım ve ülkem adına bizleri üzüyor. İstisnalarına elbette sözümüz yok.
Doktorların boykotuna gelince, sağlık personelinin ve din hizmetlerinin boykotu olamaz. Devlet bir şekilde doktorlarını tatmin etmeli ve güvenliği konusunda ciddi tedbirler almalıdır. Doktorlarımız da, Türk Tabipler Birliğinin komplo içeren kararlarına paçayı kaptırmamalıdır. Bu Türk Tabipler Birliği denen ve kâfirin değerlerine hayran, kendi değerlerine düşman, PKK sevicisi mahut zihniyet, PKK tarafından şehit edilen askerlerimizle ilgili gıkını çıkarmayıp da, teröristlerin inlerinde vurulmasına karşı çıkarken, doktorlara yapılan bu şiddet karşısında şahin kesilmesi hiç mi hiç samimi değildir. Timsah gözyaşlarıdır.
Doktorlarımız çok iyi bilirler ki, hastası ihmal edilen ya da “Grev var, randevulu hastalara bakım yok” dendiğinde, hasta yakınlarının ruh dünyasına bir tahrik bombası bırakılmış demektir. Bu bombanın etkisiyle meydana gelen olaylarda, doktorlarımızın da suça teşvikte tahrik payı vardır. Prof. Dr. Orhan Çeker hocanın, “Yarı çıplak dekolte bir şekilde dolaşan bir kadına cinsel taciz yapıldığında ‘suça tahrik’ payı vardır” dediği gibidir. Siz kabul etmeseniz de mahkemeler davalara bakarken bu tür tahrik olup olmadığına itibar edip gerekli hafifletmeleri yapmaktadır.
Doktorun tahriki ile ilgili olarak bir bayan tanıdığımın yaşadıklarını ve duygularını katarak olayı nasıl anlattığını da nakletmek istiyorum: “Tuzla Devlet Hastanesi doktoru A. D. hakkında şikâyetim var. Babam 80 yaşında prostat hastası. Ayrıca kalp büyümesi, kalp yetmezliği ve şeker hastalığından da mustariptir. Babamı tahlil için götürdüm. Yüzüne bile bakmadan lütfedip tahlil yazdı. Ertesi gün taksiyle zar zor hastaneye götürdüm, tekerlekli sandalyede bile oturmakta zorlanıyordu. Tahlili verdik bir şekilde. Daha sonra tahlil sonuçları için ben gittim. Babamı tekrar sürüklemedim hastaneye ki, zaten yerinden kalkacak mecali de yoktu. Doktor, ‘hasta burada değilse tahlile bakamam’ deyip çayını içmeye devam etti. Tahlil sonucunda birçok değer, olması gerekenden ya yüksek ya düşüktü. Olumsuz bir durumda sorumluluğu kim alacak? Sonra da diyorlar ki doktorları darp ediyorlar, saygı duymuyorlar vesaire vesaire… Peki, bu doktorlar niye hastasına saygı duymuyor, birçok sıkıntıyla baş etmeye çalışan yaşlı başlı insanlara neden merhamet etmiyorlar? Taş atıp kolu yorulmayacak ki… Yapacağı tek şey, kâğıda bakıp ya ilaç yazacak, ya da yapılması gereken birtakım prosedürü anlatacak. Bu arada o kişiden şikâyetçi olan başka hastalar da vardı. İnşallah kendisi de babamın durumuna düşer!”
Sadece tahlil sonucuna bakıp reçete yazması gerekirken sırf hastaya eziyet etmek ve yakınını tahrik etmek için, hiç de gerekmediği halde “hasta yoksa sonuçlara bakmam” demenin, karşı tarafta nasıl bir ruh hali oluşturacağını bu doktorumuz çok iyi bilir. Bu doktor ya Türk Tabipler birliği üyesidir, vatandaşın iktidara karşı hınç bilemesi için kasıtlı böyle yapıyor, ya da okumuş ama adam olamamışlardandır.
Gelelim bizim Kaya Camii imamı ile ilgili şahin kesilen Sağlık Bakanına… Türk Tabipler Birliğine güvercin kesilip de -konuşmasının tamamı göz önüne alındığında- dedikleri tamamen hasta yakınlarının, tahrikler karşısında alacağı pozisyonlarla ilgili olan Ahmet Gür hakkında, Arafat’ta vakfede iken Diyanet İşleri Başkanını arayıp da olay hakkında hemen işlem yapılmasını isteyerek şahin kesilmesi Sayı Fahrettin Koca’ya hiç yakışmamış. Sayın Devlet Bahçeli’nin cesur çıkışlarla, teşkilatının başındaki “Türk” ifadesinin kaldırılması hatta kapatılması gerektiğini söylediği Türk Tabipler Birliğine biraz şahin kesilseydi ya…
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş da “Konya’daki olay bizi çok üzdü. Cuma günü minberden oldukça üzücü ve minbere yakışmayan bir konuşma yapan imam ile ilgili aynı gün soruşturma başlattık. Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki gereği neyse yapılacaktır” diyerek alelacele kutsal topraklardan Konya Valisine soruşturma emri vermesi de, laik, kemalist ve bil umum İslam düşmanlarını memnun etme adına Müslümanların kendi adamlarına şahin kesilmesinin acı bir tezahürüdür. Eziklikten başka bir şey değildir. Diyanet’i özerkleştirmezseniz işte böyle şamar oğlanı gibi kullanırlar ve o da böyyükler böyle istediği için, kedinin yavrusunu yediği gibi o da kendi personelini yer. Yani güneş çarığı, çarık da ayağı sıkar.
Bu konuda Ebu Müslim Horasanî’nin şu tarihî sözünü yeniden hatırlayalım: “Onlar şerrinden emin oldukları dostlarını kendilerinden uzak tuttular. Düşmanlarını da, kazanmak için kendilerine yakın tuttular. Yakın tuttukları düşmanları dost olmadı; ancak uzak tuttukları dostları düşman oldu. Herkes düşman safında toplanınca yıkılmaları mukadder oldu.”
Sonuç; samimi ve görevinin adamı olarak bilinen Ahmet Gür hocaya, öncelikle camisinin cemaati sonra da Konyalı sahip çıkmalı ve İslam düşmanlarını memnun etmek adına onu kurda kuşa yem etmemelidir.
Musab SEYİTHAN