DÜN AYASOFYA, BUGÜN EMEVİ CAMİİ, YARIN?!..
Tartışmalı ve rakam abartılı bulunsa da, Tevrat’ın (Exodus 12:37) bölümünde Denizi geçenlerin sayısı 600.000 yetişkin erkek olarak verilir.. Aynı kaynaklar, Mısır’dan Çıkışta Hz. Musa 80 yaşlarındaydı, Hz. Harun 83 yaşındaydı. Yuşa aleyhisselamın ise 30-40 yaşlarında olduğu tahmin ediliyor. Hz. Harun (Çöl’de sayım 33:39)‘a göre 123. Yaşında vefat etmiş.
Hz. Musa’da, Hz. Harun (Onlara salad ve selam olsun) 40 yıl süren Kudüs yolculuğunda hep anlattığı “vadisinden bal ve süt akan Kudüs”ü göremedi. Bu durum manevi anlamda onun için bir kusur, eksiklik ya da ceza değildir. Bilmem biliyor musunuz, gerçek sayı ne olursa olsun, yetişkinlerden pek azı dışında hiç kimse de Kudüs’ü göremedi. Çoğu sapıtmıştı. Hz. Musa Hz. Yuşa’yı (sav) arz-ı mev-ud’un sınırlarını tesbit için her kabileden birini alarak yola çıkmasını istemişti, ama birlikte yola çıktıklarının çoğu onu terketti.
Hz. Musa (as) kavmine, “Denizi geçtik, Çöl’ü de geçeriz” demedi. “Başımızda Hz. Musa varken bizi kim engelleyebilir ki” diyen de olmadı. Kavmi ile denizi geçen Musa aleyhisselam, 10 günlük yolu 40 yıl’da geçemedi. Hatırlayın, “başımızda Halid gibi bir komutan varken, bizi kim yenebilir ki” dediklerini duyduğunda Hz. Ömer, Halid b. Velid’i görevden aldı. Neden böyle yaptığını soranlara ise, “zaferi neredeyse Allah’tan değil, Halid’den bekliyor olacaklardı” dedi. Oysa biz kendimizi değiştirmeden Allah’ın bizim hakkımızdaki hükmü değişmeyecekti. Allah (cc) Calud’u yenmek için Tanrı Kıral Talud’un 70.000 kişilik ordusuna muhtaç değil. Hatta Talud’un ordusunun 69.700’ü “içme!” denilen suyu içtiği için nehir kenarında bayıldı. Savaşmak için nehri geçenlerin sayısı sadece 301 kişi idi. Onu cehenneme yollamak için genç Davud’un sapanı yeter. ÖSO ve HTŞ’nin bu süreçte ne yapacağını göreceğiz. Tabi bizim de “bakalım ne yapacaklar” diye köşemize çekilip olacakların seyrine dalmamamız, kardeşlerimiz için ne yapabiliriz onun hesabı içinde olmamız gerek.
İsrail oğullarının ileri gelenleri Calud’un zulmüne karşı İşaya peygamberden yardım istediler ve kendilerine önderlik edecek birini istediler. Onlara göre istedikleri kişli öyle biri olmalıydı ki, “peygamberler soyundan mucizeler gösterecek biri ya da kıral’lar soyundan bir kurmay”. Ama İşaya peygamber arayanlara “içlerinden biri”ni önder tayin etti.. Çünkü aslolan halkın liyakatı ile.
Aslında yetkisini halkından alan, onlara hesap veren, ehliyet ve liyakat sahibi, istişare ve şuraya açık biri olması yeter. Yoksa, göklerin ordularının komutası, ya da göklerin hazinelerinin anahtarı, peygamber dahil, kimsenin elinde değil. Hiç kimse Allah’ın takdiri olan Kaderi değiştirme gücüne sahip değil ama birileri din ve devlet büyüklerini İlah ve Rab edinircesine herşeyi onların iradesi içinde görüyorlar.
Mescid-i Aksa hiç kurtulmasa, ama bir ömür birileri o dava için mücadele etse, o kişi cennete gidecek, yarın Mescid-i aksa açılsa, ama onun bu sonuçta hiçbir katkısı yoksa o kişinin Mescid-i aksa’da bayrak gösterip, slogan atması onun cennete gitmesi için yeterli olmayabilir. İbadet’in çok olanı değil, sürekli olanı makbuldür. Bir işten sonra, “ertesi gün geriye ne kaldı” ona bakmak gerek aslında.
Herkes yeni bir Selahaddin bekliyor ama bunların pek çoğu kendileri Selahaddin olmayı düşünmüyor. Asıl sorun bu. Herkes Mehdiyi bekliyor kurtulmak için, oysa herkes için ancak yaptığının karşılığı vardır. Değil Mehdi’nin gelmesi, babası (haşa) peygamber olsa gelse (ki, başka peygamber de gelmeyecek) onu kurtaramaz. Değil liderlerin, Peygamberlerin bile kurtarıcı gücü yok. Onlar insanları kurtuluşa çağırırlar. Birilerini kendileri için mutlak anlamda kurtarıcı olarak görürse, o kişi din ya da devlet büyüğü olsun, o kişi, o kişiyi İlah ve Rab edinmiş olur. Din ve devlet büyüklerinizi, fırka, örgüt ve ideolojik liderlerini, kabile reislerini ya da Allahtan başka hiç kimseyi İlah ve Rab edinmeyin.
İster misiniz ABD yarın bir Şii, bir de Sünni Mehdi sürsün piyasaya, görün o zaman, bakın neler oluyor? Bu kafa ile gidilirse olacağı bu. Din, tarih, siyaset, her şey algıdan, mefahirden ibaret hale getirildi, magazinleştildi. Maalesef bu anlamda toplum ciddi bir travma geçiriyor. Yeni yeni bir takım kıpırdanışlar, uyanış emareleri de yok değil. Batılın çöküşü bizim uyanışımızdan daha hızlı. Bu da inşallah eğer aklımızı başımıza toplarsak, işimizi kolaylaştıracak bir imkan. Tıpkı Suriye konusunda olduğu gibi. Eğer bu imkanı doğru kullanmayacak olursak, arkasından daha beter şartlarla karşı karşıya gelmemiz sürpriz olmaz.
Hz. Musa ile denizi geçenlerden bir çoğu mü’min olarak ölmedi, bunu biliyor musunuz?. Allah’ın ikramı onları şımarttı. 40 gün sonra, 10 günlük yolu, 40 yılda zor tamamlamaları, onların azgınlıkları ve taşkınlıkları sebebi ile ceza idi aslında. Oysa başlarında iki peygamber ve önlerinde emanet sandığı taşıyan bir kıta melek de vardı. (Çıkış 32:28)’de, Sina’da altın buzağı’ya tapanlardan Levi’liler kabilesinden 3.000 kişinin kılıçla öldürüldüğü belirtilir. Kur’an bize bu konuda daha az ya da çok bir rakam vermez.
Korkarım yarın, Trump gelince, Damadı Kushner devreye girer ve yarım bıraktığı işi tamamlamak üzere Dahlan’la birlikte işe koyulur, İsrail’in güdümünde, başkenti bugünkü Kudüs’ün doğusunda “Siyonist bir Filistin devleti” için yol açarlar ve birileri de “Kudüs’de kurtuldu” diye bayram yapar! Şunu da görelim, eğer. Haleb sonrası Allah’ın yardımı ile sivil halk Şam kapılarına dayanıp, oyunu bozdu da, SDG/PYD koalisyonu Tenef’ten “Davud Koridoru” üzerinden biz Ümeyye Camiine varmadan onlar Doğu Akdenize ulaşdılar. Herkesin bir planı vardı, Allah’ın ise bir hükmü. Kimse kendine pay çıkartmasın.
Denizi geçen İsrail oğulları 40 gün sonra sapıttıklarında gazab yakalarına yapıştı.. Eğer Allah’ın ikramı’nın şükrünü eda etmez ve bu iş siyasi bir rand ve Suriye’nin yağmalanması için pazarlığa dönüştürülürse, sonu Kudüs’e giden beni İsrail oğullarının sonuna benzer. Şam Kudüs’ün kapısıdır. Ya Şam Kudüs’ün kurtuluşuna giden yolu açar, ya da Gazze’yi, Kudüs’ü yakan ateş, Şam’ı da yakar!. Kudüs ne Ayasofya’dır, ne Emevi Camii.. Kudüs’ün ne zaman kurtulacağını konuşurken aslında Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’nin durumunu da konuşmamız gerek. Mesele oradaki mimari yapılarla ilgili değil. Aslolan o mekanının ruhaniyeti ile ilgilidir. Bu iki Mescid’de de namaz kılınıyor ve ziyaret ediliyor diye herşey burada da yolunda değil.
Keşke bu işler, politik hesablara alet edilmese. Siyaset kendi yapacağı şeyi yapmıyor ve sivil toplumun rolünü elinden alıyorsa, bu yapılan şey meşru bir iş olmaz. Herkes kendi işini yapsın. Siyaset engel olmasın, ön açsın, arkayı toplasın. Bu işin “hasbi” olması gerekir, siyasi rant anlamına gelecek bir “kesbi”likten uzak olması gerek. Yapabiliyorlarsa İstanbul’da bekleyen gemi yola çıkartılsın.
İslam dünyasında Sivil toplum ve cemaat siyasetin arka bahçesinde bu gün can çekişiyor. Modern dünyada “sivil olmak”, “siyasal olmamak” demektir. “Hükümet dışında kalmak” demektir. Yoksa kendilerine servet, iktidar ve silah verilen güç önce rakiplerini, sonra da toplumu teslim alır. Onun için siyaset, “yasama, yürütme ve yargı” olarak bölünmüş, o da yetmemiş, daha özerk yapıda “yerel yönetimler” örgütlenmiş, o da yetmemiş, bağımsız media ve sivil toplum örgütleri, sendikalar, meslek odaları siyasetin dışında yapılandırılmıştır. Ama bugün maalesef cemaat yapıları da, media da, sivil toplum da siyasetin arka bahçesine sıkıştırılmıştır. Şu kalabalık ve güç gösterisi merakı aslında herşeyin bereketini yok ediyor. “Tekasür suresi”ni okumaz mı bunlar. Tarihle övünülür mü, tarihle dövünülür mü? Tarih, bir toplumun orak hafızası ve tecrübeler birikimidir. “İki günü birbirine eş olan aldanmıştır” diyen bir dinin mensupları geçmişle övünebilir mi. “Kökü mazide olan ati” anlayışı ile yarına yeni fetih miras bırakır. O Allah’ın rızasının tecellisinin vesilesi olarak yürüyünce deniz onu boğmaz, ateş onu yakmaz.
Doğduğumuz ana-baba, zaman, toprak, derimizin rengi ya da cinsiyetimizi biz seçmedik. Bu dünyadaki herşey bir imtihandır. Ve Allah (cc) olup bitenler, aklımızdan, kalbimizden geçenleri bilmektedir. Hal böyle iken Allah’ın kullarını kandırmak birilerine ne kazandıracaktır ki. Hani adil şahidler olacaktık. İnsanlar haketmedikleri güç ve iktidar sebebi ile çoğu zaman hüsrana uğramışlardır. Kimin gücü, parası, yetkisi, aklından ve imanından fazla ise, bu onlar için ikram değil, gazab vesilesidir. Mafya balarının bir takım VIP ve CIP’lerin, servet, iktidar ve güçleri onlar için pişmanlık dolu bir geleceğin vesilesidir. Sahi, Gazze’ye gidecek yardım gemisi Haydarpaşa sahilinde beklerken, 1 Ocak’taki mitinge katılanlardan kaç kişi gemiyi ziyaret etti. Hiç akıllarına gelmedi mi yoksa. Gemidekileri davet etmek de mi akıllarına gelmedi. Gelselerdi kürsüden söz verecekler mi idi? Hadi hiç biri olmadı, mitingi düzenleyen dernekleri temsilen birer kişi olsun gemiyi ziyaret edemez mi idi? Herhalde Gazze için direnen gençler de o gün meydanda değillerdi. Onları engelleyen polis bunlar için koruma yapıyordu muhakkak. Bu mitinge katılanların çoğu ya görev icabı oradaydı, ya da şuuraltındaki hiçbir şey yapamamanın ezikliği ile oradalardı.
Sahi neden kimse AGARTHA ve CHABAD’tan söz etmedi. Unuttular mı, ya da akıllarına mı gelmedi. Siyasetin “sakıncasız piyadeleri” sahnedeydi tabi. Siyasetin ve malum sermayenin kontrolündeki Media’nın aktörleri sahnedeydi. Bu işlerde haddinden fazla hassasiyet gayedeki hikmeti yokeder. İşin gayesi ve şekli ruhun kaybolmasına sebeb olur. Önemli olan ibadetin çok değil, sürekli olmasıdır, Hacca gidip, dönüp hayatına kaldığı yerden devam etmek değil. Dönüşünde hurma, tesbih, zemzem dışında ne getirdiğidir önemli olan. Elinde ne kaldığı değil, aklında ve kalbinde kalandır. Sahi bu tür gösterilerden sonra ERTESİ GÜN’e kalan ne, ona bakmak gerek. O kalabalıkları meydana çeken siyasetin coşkusu mu, ahiret umudu, coşkusu ve korkusu mu? Ertesi güne bile bir iz bırakmayan bir eylemden geliyorsanız ahiret umudunu unutun ve o günün gazabından korkun. Çok Profesyonel, organize işlerde görüntü ve gerçek aynı değildir. Pankartlar da sloganlar da tertip komitesi tarafından belirlenmişti. Onlar önceden çoğaltılmış, seçilmiş kişilerin ellerine tutuşturulmuştu. Sahneden okunan sloganları tekrarlamak dışında kimseden başka bir ses çıkmadı. Meydan doluydu. Hiçbir olay olmamıştı. Basın onlardan söz etti. Türkiye’den yeni yılda böyle bir mesaj verilmiş oldu. Bu açıdan başarılı bir organizasyondu. Peki geriye ne kaldı derseniz?! Artırılmış bir sanal gerçeklik gibi geldiler ve gittiler. Başladığımız yere geri döndük. Şimdi turizm firmaları Şam’a Ümeyye camiine seferler düzenlemeye hazırlanıyor olsalar gerek. Tabi ilk gidecekler siyasiler ve STK’lar olacak. Ama önce protokol sırasına göre tabi.
İstanbul’daki buluşmaya TRT’ye baktım, kimi on binlerden söz etti, kimi yüzbinlerden. Ben diyeyim 1 milyon kişi. İstanbul’un nüfusu 16 Milyon. 2,5 milyon nufus’lu Adana’da 2024’de “portakal çiçeği karnavalı”na 1.2 milyon kişi katılmıştı. Buna kıyasla 7.5 milyon kişinin katılması gerekirdi Kudüs için. Bu açıdan baktığınızda halimiz ortada!. Adana uyuşturucu kullanımında zirvedeki bir şehrimiz. Birinin konusu Fuhuş, ötekisi din davası, insanlık davası. İkisi de devlet destekli.. Aradaki farkın farkında olmak gerek. Ramazan’dan hemen sonra Nisan ayında bu karnaval yinelenecek. Bahane hazır: Halk istiyor. Demokrasi var memlekette!? Halk ister siyaset yapar!?. Sonuçta Şeyh’in de Karnaval müşterisi BİREY’in de, çoban’ın da, Prof’un da bir oy’u var değil mi netekim!? Hak-Hakikat söz konusu değilse, toplumsal gerçek bu! Cihad’a çağırıldıklarında itikafa girenlerden olmayalım da. Sahi “Muştu Gençlik”, “Mavi Marmara Derneği”, (Hangisini sayayım) Daha önce meydanlarda olan kişiler, dernekler neredeydiler? Daha önce gözükmeyenler nasıl bu kadar önde. Bir gariplik yok mu bu işte? Bunu da bir kenara not etmek gerek…
Selam ve dua ile.
MİRATHABER.COM