Günümüz toplumları; kütlesel üretimleri, yüksek binaları, teknolojik gelişmesi ve insan yığınlarının doldurduğu gürültülü şehirler ile ortaya çıkmaktadır.
Bütün bu özellikler; fiziki dünyanın, akıl ve iktisadi imkanlar ile düzenlenmesini ve geliştirilmesini ifade ediyor.
Halbuki insan; ruh ve fikir yönüyle , dünyadaki birçok varlıklardan daha önemli ve değerli. Çünkü; insanı başka varlıklarından ayıran bu özellikler, günümüz dünyasını belirleyen gelişmelerin ötesinde bir varlık niteliği sunuyor. Ama nedense, bu yön; geliştirilmek yerine, basit istek ve ihtiraslar sebebiyle yokluğa terkediliyor.
İnsan; hayatının en fazla üçte birini, biyolojik ve iktisadi ihtiyaçları için harcıyor. Fakat; ruh, sosyal dünya ve kültürel çalışmalar , hayatının üçte birinden daha fazla bir zaman süresince meşgul olabilecek bir genişliğe sahip. İnsanın, kendini anlama ve tanıma çabalarının azlığı sebebiyle, ruh ve sosyal dünyanın sıkıntı ve eksikliklerinin nereden kaynaklandığını belirleyecek bir duyarlılık eksikliği var. Aslında, iktisadi ve teknolojik çabalar içinde bile, ruh ve fikir dünyası ile farkında olmadan içi içe bulunduğumuz bir gerçek.
Çünkü insan, idrak sahibi bir varlıktır. Yani, yaptığı her iş ve olayın, kendisi için hangi manaya geldiğinin farkında olmaya ve sebeplerini düşünmeye eğilimli durumundadır. Karşı karşıya kaldığı her konu veya hadisenin, mantıki durumunu ve tutarlılığını değerlendirme; niçin yaptığını düşünme kabiliyetine sahiptir.
İçinde yaşadığımız dönemin insanı, büyük ölçüde bu “mantıki analiz”den uzak yaşamaya zorlanmaktadır. Dünyanın ve kendisinin akıbetini, yani nasıl bir gelecek ile karşı karşıya kalacağını pek düşünmek istememektedir. Hatta, bu “büyük sorular”dan kendini uzaklaştırmak için, bazan dimağını felç eden içki ve uyuşturucuya, bazan da, kendini adeta robotlaştıran eğlence ve müziğe kaptırmaktadır.
Medya ve internet, dünyanın büyük tröstlerinin elinde; insanı bu bunalım ve şaşkınlıktan kendini kurtarmaması için çok yönlü planlar yapmaktadır. Film artistleri, eğlence dünyası ve moda evleri; insanın kendi varlığının esrarına vakıf olmaması için tüm teknik ve etkileme vasıtaları çalıştırılmaktadır.
İnsan ve dünya, aslında birbirini anlamaya ve açıklamaya ihtiyaç duyuran iki gerçek. İnsan, dünya hayatında yaşarken, farkında olmadan onu imar etmeye ve ondan faydalanmaya çalışmaktadır. Dünya, insana birçok imkan ve fırsatları sunan “ilahi bir hediye” olarak insanlığın önünde durmaktadır.
Diğer taraftan, dünyanın insana verdiği imkan ve fırsatlar, insanın ölümü ile sona ermekte ve bir ömür, bazan ciddi hiçbir şey yapmadan geçip gitmektedir. Bazıları için dünya, “öte dünyanın tarlası” olarak görülmekte ve öte dünyayı kazanmanın bir yolu olarak kabul edilmektedir. Bazıları içinse; gününü gün etmek ve bir daha elde edilemeyecek bir fırsat gibi görülmektedir.
İnsan tasavvurunun, görüldüğü kadarıyla dünya ile sınırlı olmadığı, kutsal kitabın açıklamasıyla ötelere taşmaktadır. İnsanın sadece yeme, içme ve bazı arzularını tatmin etmenin dışında, birçok sorumluluk ve görevler ile geniş bir varlık sorumluluğu ortaya çıkmaktadır.
Sorumluluk ve idrak, böylece dünya ve dünya ötesi bir tasavvur ile çok boyutlu bir hale gelerek, insanın bu dünyayı da içine alan ve sınırlı olmayan bir boyutta kendisini değerlendirmesine imkan sağlamaktadır.
Ölüm ve öte dünya gerçeği, bütün din kitapları ve peygamberlerin haberini verdiği bir gerçek iken; dünya ile sınırlı bir hayatın belirsizliği ve gelecek korkusu içinde yaşamak, ne kadar anlamlı ve ruh dindiricidir; düşünmek gerekiyor.!. Öte dünya konusunda, inanmayanlara Hz. Ali’nin verdiği cevap çok anlamlıdır: “Yoksa, ben bir şey kaybetmem. Ya varsa, siz ne yapacaksınız!..”
İnsanı, “ hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi öte dünyaya” hazırlayan İslam, dünyanın da, öte dünyanın da en güzel dengesini kurmaktadır. Bu hayat felsefesi, kendini kaybeden, ölçüsüz hareket eden ve insanlığını kaybeden kitlelere, varlığının gerçeğini en güzel şekilde anlatmıyor mu?
Yazarın diğer yazılarını aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz: