Bütün çağrılar, çağlarını kurmak için vardır. Çağını kuramayan bir çağrının varlığından da, yaşadığından da başka kültürleri, dünyaları yaşattığından da sözedilemez.
ÇAĞRI VE ÇAĞ, NORM VE FORM
Çağrının çağını kurabilmesi için, aslî dinamiklerinin (normlarının, hakikat ilkelerinin), hayata anlam katacak, yeni durumlarda çağrının çağa her dem taze bir ruh üflemesini sağlayacak usûl’lere, yani yeni söyleme biçimlerine (form’lara) ihtiyacı vardır.
Medeniyet, formları yaşıyorsa medeniyetin çağrısı çağını kurar, kurabilir. Başka medeniyetlerin formlarını ödünç alıp dönüştürür, kendine maleder, oradan yeni bir form geliştirebilir. Formları canlı olan, yaşayan medeniyetler, formlarının canlılığını normlarının canlılığına, hem yeni formlar üretebilme hem de başka medeniyetlerden formlar ödünç alabilme kabiliyetine borçludur.
Normlarınız yaşıyorsa, başka medeniyetlerle imajinatif ilişkiler kurabilirsiniz. Normlarınız can çekişiyorsa, başka medeniyetlerle imajinatif ilişkiler kuramaz, başka medeniyetlerden aldığınız formlar, sizin normlarınızı da deforme eder, tarumar eder, yok eder, sizi de tanınamaz hâle getirir!
ASIL VE USÛL KAYNAKLARINIZ SAĞLAMSA, RUH SUNARSINIZ DÜNYAYA…
Norm ve form kavramlarıyla yaptığım bu gözlemleri, bizim medeniyetimizin diliyle yaptığımda daha muazzam bir ufuk çizgisine taşıdığını göreceğiz bu gözlemlerin bizi.
Asıl ile usûl kelimeleri aynı köktendir. Daha burada, işin en başında bir bütünlük fikri, seküler / parçalı değil bütüncül bakış fikri bizi bambaşka bir dünyanın eşiğine götürür. İrtibat fikri.
Asıl, usûl varsa, vusûle (varış’a) ulaştırır insanı. Usûl yoksa vusûl gerçekleşmez; yolculuk fusûl’le (sapma, savrulmayla) sonuçlanır.
Medeniyet yaşıyorsa, asıl ve usûl kaynakları da diridir; dolayısıyla diriltici bir ruhu vardır. İşte bu ruh, zeitgeist olarak kendini gösterir.
Sinema, çağın zeitgeist’ıdır. Ruhu yani. Türkçe’ye “zamanın ruhu” diye çevrilen Zeitgeist kavramı, bir medeniyetin kendi zihni’ne, zemin’ine ve zaman’ına sahip olması anlamına gelir.
Bir medeniyet, kendi zihni’ne (düşünme biçimlerine), zemin’ine (yaşama mekânlarına) ve zaman’ına (çağa hâkim olan duyarlıkları, zevkleri, söylemleri, algılama biçimlerini geliştirebilme imkânlarına) sahipse, aslî dinamikleri diridir, usûl’leri yeni durumları açıklayacak kadar canlı, yaşayan usûllerdir; dolayısıyla her dem taze ruh üfleme istidadı ve imkânları mevcuttur, demektir.
Üç gün sinema sorunu’nu mercek altına almak, Türkiye’de sinema yapmanın nasıl yeldeğirmenlerine karşı dalgakıranlar gibi savaşmak olduğunu göstermek niyetindeyim.
Türkiye’de dünya ölçeğinde sinema yapabilmek ve özgün bir film dili kurabilmek için üç temel algılama sorununu halletmek gerekiyor.
Birincisi, sinema’nın ne olduğuyla; ikincisi, sinemanın nasıl yapıldığıyla; üçüncüsü de, bizim ne ve nerede olduğumuzla ve özgün bir film dili geliştirebilecek sinemayı nasıl yapabileceğimizle ilintili.
BİR MEDENİYET HABİTUS’U OLARAK SİNEMANIN VAROLUŞSAL İMKÂNLARI…
Birinci “sorun”dan başlayalım: Sinemanın ne olduğunu tam olarak bildiğimizden kuşkuluyum. Her şeyden önce, sinema, belli bir medeniyet habitus’unun / vasat’ının çocuğu: Modernliğin, Heidegger’in deyişiyle, “insanı, her şeyin ölçüsü ve ölçütü” yapan, “varlığa varoluşsal bir saldırı”nın gerçekleştiği, modern insanı, “demir kafes”e (Weber) veya “modernlik hapishanesi”ne (Foucault) tıkayan köklü bir “özgürlük kaybı” ve “anlam krizi” ürettiği “araçsal akıl”ın insanın varlığını bile tehlikeye düşüren antroposantrik / “insan-merkezci” aşırılıklarının ve paradokslarının -düşünceden sanatın bütün alanlarında- tartışılmaya başlandığı çok yönlü bir bunalımlar çağının ortasında doğdu sinema.
O yüzden, sinema, çağın imkânlarını ve zaaflarını bütün yönleriyle ifşa eden, çağın zeitgeist’ı olarak nitelendirilecek, bu nedenle de, Deleuze’e, düşünce ve düşünme işini / işlevini “üstlenen” bir “aparatus” olduğunu söyletecek kadar çok katmanlı bir form.
BÜYÜK KRİZ ZAMANLARI SİNEMA GİBİ “BÜYÜK FORMLAR”A GEBEDİR…
Medeniyetler, büyük varoluşsal bunalımlarla karşı karşıya kaldıkları zaman aralıklarında bu tür “büyük form”lara “gebe kalırlar”.
Sözgelişi, İslâm’ın doğuşu sırasında hakikat’in ne’liğinin ve boyutlarının keşfi ve ifadesi sürecinde şiir’in, modern Batı uygarlığı’nın doğuşu sırasında -Toscana’da- doğa’nın ve dolayısıyla insanın doğasının ve özgür iradesinin keşfi sürecinde resim sanatı’nın imajinatif şekillerde “kullanılması” gibi, modernliğin felsefî krizinin yol açtığı “varlık” ve “dil”in imkânlarının ve zaaflarının anlaşılması sürecinde de sinema benzer bir önaçıcı “iş” gören “çoğul bir form” olarak doğdu: Sinema tarihine yakından baktığımızda bu çerçevede oldukça zihin ve ufuk açıcı bir “rol” oynadığını görürüz sinemanın.
Bütün bu “büyük” işleri, sinema, yalnız başına yapmadı elbette: Düşünürlerin, ressamların, şairlerin, müzisyenlerin, romancıların katıldıkları oldukça üretken ve diyalojik bir tartışma ve konuşma zemininde yaptı.
Bu noktada, kırılma noktası, Dadacılık ve Kübizm’di: Münhasıran Picasso’yla birlikte, -insanı tanrılaştıran antroposantrizm’in resim sanatındaki yansıması- perspektif kırıldı. Buradan açılan koridordan bütün diğer sanatçılar, -romancılar, müzisyenler, tiyatrocular- yalnızca birer ifade biçimi olarak sanat formlarını değil, bizatihî sanatın üretiliş sürecini, dolayısıyla dilin ve varlığın varoluş -ve de yokoluş- süreçlerini kıyasıya tartıştılar.
Sinema, modernitenin ürettiği krizin tam ortasında doğdu; modernitenin krizini anlama, anlamlandırma ve aşma sürecinde…
Sonuç ne, peki? Pazar günkü yazıda bakalım bu sorunun cevabına…